Kürsüye geldiğinde dizleri kesildi. İki eliyle zar zor kavradı tahta nesneyi. Yürümeyi yeni öğrenmiş çocuk gibi kendinden emin olamadığından ebeveyninin elini tutup bir parça güven vermesini bekliyordu. Spot ışıkları gözlerini kamaştırdığı için koca salonda kaç koltuk doluydu, kaç gözün takibindeydi seçemiyordu. Ne diyordu Gülseren. “Karşındakileri unut, farz et ki evdesin, güvenli alanında, kendinle bir münakaşada, sorular bildiğin yerden gelmese bile, önce kendini ikna et cevaplarına.”
Söylemek istediğini zamanında söyleyemeyenlerin duyduğu öfke ve pişmanlık hissi sarıyordu bu sefer. Hep öyle olurdu çünkü. Diyalog hiç tercih etmeyeceği bir çatışmaya yüz tuttu mu en son söyleyeceğini en başta söyler, haklı olma ihtimalini oracıkta kaybederdi. Asıl söyleyeceği ne varsa yalnız kaldığında duvarlara anlatılırdı. Haklı olmak varken patavatsız olmayı o seçmemişti. Bu yaradılışı üstüne diken de muhtemelen tanrı değildi. Bunu ona söylediğinde, Gülseren ne yaradılışı ne haklılığı umursuyordu. “Etki,” diyordu, “Aslolan etkilemek. İnsanları bir kere etki altına aldın mı ne söylediğinle ilgilenmezler. Siyasetçileri de mi izlemedin hiç.”
Sımsıkı tuttuğu kürsüde birbirine karışan düşüncelerin yerlerini almalarını beklerken son kez derin bir nefes aldı, nefesten çok tıkanmaya benziyordu. Dudaklarıyla mikrofon mesafesini hesap edemediğinden tüm salon hırıltılı soluğuyla inleyince görüntü bir anda netleşti. Suratına tutulan ışık, karanlık bir tünelden çıkınca karşılaşılan aydınlığın kuvvetiyle gözlerini dağlıyordu. Başına ani bir ağrı saplandı. İnsan kalabalığını görmenin ağırlığı üstüne devriliyor, düştüğü yeri beğenmeyip onu alıp bir dağ başına, akarsu yatağına, gerekirse bir kuşun kanadına tutturup oradan kaçırmak istiyordu.
Bunların hiçbiri olmadı belki ama arkasına bakma ihtiyacına hiç düşünmeden sarıldı. Sırtını kalabalığa döndüğünde anksiyetesi sımsıkı kapattığı avuçlarında sırayla açılan parmaklarından, barkovizyonun önünde endişeyle gözlerini ondan ayırmayan Gülseren’e uzandı. Bir şey söylemesini bekliyordu, bir onay, yapabilirse takdire benzeyen bir baş hareketi. Gülseren gecikmedi, hepsini ve daha fazlasını vücut diliyle açılan avuçlarına bıraktı. Salonda başlayan kıpırdanmalar, giderek yükselen uğultulara bir son vermek için yeniden onlara dönerek dudaklarını mikrofona yaklaştırdı.
“Evet, bildiğiniz gibi şirketimizin bu noktaya gelmesinde…. Finansal krizin bizi teğet geçmesi….bu başarının arkasında….”
Baştaki tökezlemeyi saymazsa iyi iş çıkarmıştı. Uluslararası bir şirketin üst düzey yöneticilerinden biri olmak kolay iş değildi, hele genç bir kadın için. Odasında oturup beyaz sayfalara yazılan binlerce veriyi inceleyip yeni hedefler belirlerken ve olmaz denileni oldururken zorlanmıyordu. Asıl zorluk yaptıklarını anlatmakla, hemcinsinin pek az olduğu sektörün badem bıyıklı adamlarının karşısına geçince başlıyordu.
Eve girer girmez dizginlerinden kurtulup mutfağa koştu. Ekmek yapmaya başladı. Unları ekmek makinesinin ağzını taşırana kadar dolduruyor, pişenin yerini yenisi alıyordu. Ne kadar zaman geçti bilemedi. Her şey bittiğinde tezgah, tamamını kaplayan beyaz, kırçıllı, sağlıklı, sağlıksız, kahverengi kepekleriyle buğdayın her türlü çeşidi bir olmuş ona bakıyordu. Kendini alabildiğine güçsüz ve emniyetten uzak buldu. Kalbi yerinden çıkmak için fırsat kolluyordu. Ekmekleri art arda, içlerine peynir koyarak yemeğe başladı ancak doymuyordu. Sonunda doymak değil tıkanmaya benzer bir devinimle masaya yığıldı.
Aniden kolunun dürtülmesiyle irkildi. Gülseren’in salondaki şefkatli bakışları yerini sinsi bir öfkeye bırakmıştı. “Ne yaptın sen?” diyen bakışları korkuyla mutfağı turladı. “Geldiğini duymadım.” “Allah kahretsin seni. Ben boşuna mı yanındayım?” Leyla cevap vermek yerine ilk kez görür gibi kalan birkaç ekmeğe bakıyordu. Gülseren tüm haklılığıyla onu andan silkeleyerek yaşadığı ve yaşayacağı ne varsa tozunu alıp her zorlandığında olduğu gibi kayan aklının yerine kendininkini koymaya çalışıyordu. Gülseren onu seviyordu, hem de tüm yaptıkları ve yapamadıklarıyla. Belki de bunu yapabilen dünyadaki tek insandı.
Leyla hep olmayanda takılı kalıyor, olana bakamıyordu. Mutfaktan hızla çıkıp yatağına uzandığında hayal kırıklığını üstüne örtüp neden topluluk önünde konuşurken bu kadar zorlandığını düşünmeye başladı. Gülseren olmasa, çocukluğundan beri her gerilediğinde onu itelemese ne yapardı? Endişelerini katlayan bu düşünceyi hemen zihninden kovaladı. İyi ki vardı, hep olacaktı, o git diyene kadar.
İçi çalkantılı bir deniz gibi gidip gelirken dayanamamış, yatak odasının kapısından başını uzatmıştı işte. “Merak etme, kimse fark etmedi, inan bana. Hepsi senin kuruntun. Buralara boşuna gelmedin sen. Ne badireler atlattın. Hadi şimdi biraz uyu.”
Ertesi günün akşamı iş çıkışı annesine uğradı. Salonda koltuğa yapışmış beklerken mutfaktaki işlerini bir türlü bitiremeyen, ellerini sudan çıkarsa nefessiz kalıp ölecek deniz canlısı olarak hayal etti onu. İki eli iki yüzgeç, bulaşıkların üstünde çırpınıyordu annesinin. Bu ıslak bekleyiş onu çocukluğunun vazgeçilmez, özenli sofralarından birine götürdü.
Salonda iki adım ötesinde varlığını sürdüren uzun masada kalabalık, kan bağı olan olmayan misafirleri seçmeye çalışıyordu ki bütün bu insanlar birbirlerini tanır, bilir, sevmez, bir arada olmaktan da kaçınmazlardı. Bu gerilimli birliktelikleri, birbirlerine üstenci bakışları, yuvaya toplaşan karınca kümesini ezmek kadar doğal karşılanırdı. Oysa karınca dedikleri belki çocuklardı. Mükemmel olmayı en çok onlara yakıştırırlardı. Aniden “Hadi Leylacığım, bize yeni öğrendiğin şiiri söyle hayatım,” diyen annesinin onu her zaman nasıl hazırlıksız yakaladığını, babasının ses etmeyen ama onaylayan bakışlarını sandalyesinde izleyebiliyordu. Birbirine karışan dizelerin havada asılı sözcüklerini yakalamaya çalışırken çorba kasesine giren küçük parmaklarının nasıl yandığını hatırlayınca ellerini acıyla ovuşturdu. Lavaboda soğuk suya tutulan parmaklarının ısırılışının, canını annesinin nefret dolu gözlerinin dişlemesinden daha çok yaktığını yeniden yaşadı.
Gecenin sonunda okuyamadığı şiiri yatağında gözlerini tavana dikmiş hatmederken Gülseren’in her şeyi kabule hazır bakışlarını; tamam, neyse ne diyenlerin, her şeyin kendi aklına uymasını beklemeyenlerin, şart koşmayanların, yara alarak da olsa büyüyebilenlerin boşvermişliğiyle, şefkate benzer dokunuşlarıyla parmaklarının, saçlarında dolaşarak uykuya dalışını adeta yeniden yaşadı.
Kapı çaldığında titremeye benzer bir sarsıntıyla bugüne döndü. Annesi nihayet mutfaktan çıkıp kapıyı açtığında, abisi olanca bozguncu neşesiyle adımını atarken annesinin kuruyan elleri genişleyip açıldılar. Uzun bir aradan sonra oğlunu ilk kez görüyormuş gibi abisinin yüzünde oynaşıyorlardı. Kavuşa kavuşa içeri girdiklerinde, kendini yorup hırpalayacak hiçbir duyguyu içinde barındırmayan neşesini üstüne salarak “Sen de mi buradaydın?” deyip karşısına kuruldu. Kendinden bilmediğini dışarı buyur eden bakışlarında annesini görür gibi olunca gözlerini kaçırdı Leyla. Geldiğinden beri mutfaktaktan çıkamayan annesi hemen yanlarında bitti. “Abin işten çıktı biliyorsun, ona bir iş veremedin yanında,” diye siteme durdu. Abisi, annesinin her ne olursa olsun kendisini takdire hazır bakışlarında Leyla’nın hiç olmayan yerini kontrol ederken “Hani Leyla’nın bir arkadaşı vardı, odasında konuşurken duymuştum, hepiniz korkudan ölmüştünüz size söylediğimde, belki ona iş bulmuştur,” dedi. Leyla alev alev yanan yanaklarıyla çantasını koluna geçirip çıkmaya hazırlanırken “Dur kaçma hemen canım,” diyerek gülmekten dizlerine vurdukça elleri aşağı yukarı kayıyordu. Annesi çoktan unuttuğu çocukluklarını eşeleyip işe yararayanları çıkarmaya meyil ettiyse de Leyla’nın küçüklüğünü ateşlendiği zamanların ötesinde anımsamakta zorlanıyordu. Odasında fazlaca geçirdiği vakitleri ders çalışıyor diye üstelemediğini gözünde canlandırmaya çalıştıysa da yol alamadı. “Hangi arkadaşındı Leyla? Otur Allah aşkına,” diyerek yine anneliğine toz kondurmadı. “Gülseren’i diyor.” Abisi alçalıp yükselen boğulmaya benzer neşesini kıstığında “Hayali arkadaşı canım,” deyiverdi.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Gülseren Ne Diyordu? - 25 Mayıs 2024