Hangi uzvuna bir plaka taktırmadın?
Gece boyu saat başı uyanıyor ve maliyede bürokrat olan eşini her sabah özlemle anımsıyorsun. Bu şehre gönderildiğiniz baharı, Üftade yokuşundaki müstakil evinizi, evinizin cumbalı balkonunu, cumartesi kahvaltılarını, mutlulukları, oğlun Ozan’ı, kirlenmemiş şehri, yıldızlar kaybolmadan uyanılan sabahları, saçlarının kınalı olmayan hallerini, yılları kıskandıran şıklığını, o evin sokağındaki rüzgârın bahara benzeyen kokusunu ve bütün bunların yavaş yavaş kayboluşunu, Ozan’ın bir gün ansızın o müstakil evden ayrılıp TOKİ binasına taşınışını, babasıyla kavgalarını, memurlara ve bürokratlara olan nefretini, kendi gibi arkadaşlarını, çengi mekânlarına müptela oluşunu, Arap Şükrü’de her gece yığılıp kaldığı sandalyesini, oğlunun en sevdiği yemeğin spagetti oluşunu, yeme içme konusunda giderek ona benzeyişini, kocanın Ozan’ı Arap Şükrü’den TOKİ binasındaki bir artı bir evine taşıyıp bir bilinmezliğe dönüşen son saatlerini, cesedinin sabahın erken saatlerinde betona çakılı halde bulunuşunu, Thomas Benhard’ın kocanın tek okuduğu yazar oluşunu, Beton gibi kitaplarını, hayatını mahveden kadınların hikâyesini, o hikâyelerle yüzleşemeyişini, hikâyesini kimseye anlatamayışını, Ozan’ın o günden sonra o evden de ayrılışını, senin bir artı bir TOKİ binasına, acının perde betonlu odasına taşınışını, gelir diye Ozan’ı bekleyişini, uyuyamayışını her şeyi tüm ayrıntısına kadar anımsıyorsun gece boyu.
Saat 01.39
Unutuyorsun Şaheste Hanım. Tutkulu olmayı unutuyorsun. Yolcu ettiğin bir arkadaşına en son ne zaman el salladığını, bir yudum suyu iştahla ne zaman içtiğini, kalbine hiç gelmiyorum bile, açlıktan dolayı midenden gelen sesleri dahi duymuyorsun. Geçen gece uyku tutmadığında Fransız balkonundan dışarı baktın. Keşiş Dağı’nın sisi yoktu, hava berraktı. Lodos vardı belki de. Kirinden isinden temizlenmişti gökyüzü. O gece yıldızları gördün. Yıldızları gördüğüne şaşırır mı insan? Yıldız yerine gökdelenleri sayıyorsa bir bir, ışığa tutulmuş tavşan misali şaşırıp kalıyormuş salonun ortasında.
Ozan’ın yatağına sırt üstü uzanıp tavana bakmaktan başka bakılacak bir gökyüzü olabileceği hayretini artırdı. Oysa Ozan’ın odasının tavanında yıldızlar vardı, ışıklıydı, gece ışıl ışıldı. Akşamları onun yatağına uzanır tavandaki yıldızları seyrederdin. O yıldızların sebep olduğunu düşünürdün Ozan’ın gidişine. Kocanın betona çakılışına, senin makarnaya ve kadehine takılı oluşuna, yazılıp da yakılan romanlara, edebi dünyanın giderek uzaklaşıyor oluşuna, perde betonla evlerin on bir katlı yapısına, fabrika bacalarının Demirdumrul gibi göklere çıkardığı ateşlere, şehrin pis kokularına, Karagöz ve Hacivat’ın didişecek bir oyun bulamayışına, Ozan’ın odasındaki tavana dizili doksan dokuz adet fosforlu yıldız sebepti.
Saat 03.41
İnsan kendine yazar mı Şaheste Hanım? Geceleri bu saatte uyanıyor, romanlarını ve öykülerini sayfalarca hep kendine yazıyorsun.
İnsan okurdan ümidi keser mi Şaheste Hanım? İnsandan ümit kesip de sığınağı her defasında neden kendi yazdıkları olur? Okuru hafife aldığını hiç düşündün mü? Yazdıklarının senin hikâyen olduğunu, okurun anlamayacağını, anlasa dahi kılını kıpırdatmayacağını, bir damla gözyaşı dökmeye cesareti olmadığını, bir yazarın yarasının böylesine çıplak oluşunu ve okurun o acıları kendi hikâyesine katkısı olur diye okuduğunu, kitap fuarlarında onlar için fotoğrafa dâhil olacak bir nesneye dönüştüğünü, Instagram’ın kısa videolarının arasında kaydırılacak kadar küçük bir aralığa sıkıştırıldığın gerçeğini anladığın için mi bütün hikâyelerini kendin için yazıyorsun?
Saat 03.53
Hayatındaki boşlukları neden hiçbir biçimde dolduramadığını düşündün. Düşünmek yaralı bir kalbin işi değildi. Düşününce uyuyamıyordun, rüyalar görüyordun, rüyanda bir erkek çocukla bir ejderha sana doğru koşuyordu, rüyandaki çocuğun ve ejderhanın yaşı, suratlarındaki o kederli ifade değişmiyordu. Uyuyamadığın her gece, TOKİ’nin perde betonlu duvarları arasında gezinen, neye benzediğini tam kestiremediğin demir ve çelikle kaplı yarı at, yarı ejderha veya yarı pumaya benzeyen, isminin Demirdumrul olduğunu öğrendiğin ağzında plakalarla gezen o yaratığı görüyordun. Bu hiç bitmeyen rüyayı ortak ettin gecelerine. İnsan kaybettiği yaşta hatırlıyordu sevdiklerini. Üstelik bu hayatta kaybettiğin onca şey varken kocanı ve bir oğlan çocuğu kaybettiğini dahi hatırlamıyordun. Hatıralarına döndüğünde aklına gelen tek şey o geceden kalan bir plakaydı. Kocanın betona çakılı cesedinin yanında bulmuştu polis. Plakanın üzerindeki harfler ve rakamlar belirsizdi. Üst tarafı çamurla kaplanmıştı, alt tarafından hafif bir parıltı yayılıyordu. Parıldayan taraf çok görünmüyordu. Hayat gibi hatıralar da parlak yüzünü göstermiyordu sana. Yalnızca bir kez, ilk kitabın çıktığında görmüştün o parlak yüzü.
Saat 05.11
Bir artı bir perde betonlu bu eve geldiğin ilk günü hatırlıyor musun? Eve geldiğinde salonda yere düşmüş bir tablo buldun. Yüzüstü düşmüştü. Önyüzünü merakla çevirdiğinde tablonun plaka biçiminde hazırlandığını gördün. Plakada, “1+1 TEKNE” yazıyordu. Kocanın cesedinin yanında bulunan plakaya benziyordu. O zaman anlam verememiştin. Sonra düşününce mantıklı gelmişti. Arabaların plakası varken evlerin neden olmasındı. Hem burası evden çok tekneye benziyordu. Zira senin aşina olduğun ev bu kadar küçük olamazdı. Yahut ayakları yerden kesilmiş bir ev, aklına mantığına pek yatmıyordu. Zeminle, toprakla bağlantısı kalmamıştı. Pencereden bakınca havada asılı kalıyordu bakışların, geceleri bir yıldıza çarpıyordu, gündüzleri bir güvercine. Yahut bir uçak geçiyordu göz hizasından. Bu kadar yüksekte olan her ev, uçak olabilirdi. Değilse bile öyle zannedebilirdi kendini. Sisin içinde kayboluyordu çünkü. Bulutların üzerine çıkıyordu. Ayakları yerden kesilen her şeyden korkardın sen Şaheste Hanım.
Ozan’ın sağ elinin başparmağından akan irinler aklından gitmiyordu. Parmak çağlayana dönüşmüş acılarını, irinlerini beynine boşaltıyordu. Acısı acına değiyordu. Mızrabı her tutuşunda, bam teline her dokunuşunda hissettiği acıyı anne olarak ayağının serçe parmağında dahi hissediyordun.
Oğlun Ozan, başparmağı ağzında doğmuştu. Hayata parmağını emerek gözünü aşmıştı. Oksijen yangınıyla öyle baş etmişti belki de. İlk günler göğüslerinden süt fışkırmasına rağmen tek damla içirememiştin Ozan’a. Acıdan kıvranmamak için göğüslerini kendi ellerinle sağmıştın. Bu yüzden bağ kuramadığınızı düşündün. Ozan, kalbine giden yolu kendi parmağında bulmuştu. Oğlunun parmaklarıyla bir dünya kuracağını, anne sıcaklığına dahi tamah etmeyeceğini göğsündeki sütü boşa akıtarak öğrenmiştin Şaheste Hanım.
Kocanın on birinci kattan betona çakıldığı gün sanayiye gitmişti Ozan. Arap Mami’nin yanına uğramış çay ve tütün içmişlerdi. Öyle yapardı, her yıkımdan, her kazadan sonra sanayiye uğrar kaportayı ve motoru tamir edecek bir arkadaş illaki buluverirdi. Öyle yaşamıştı, öyle bir çocukluk geçirmişti. Betondan temeli atılmış bir ailesi vardı. Beton ve asfaltta ilerleyen bir makineden farkı kalmamıştı. Mami ile Arap Şükrü’de tanışmışlardı. Kabak kemane çalardı Mami. Mekânların aranan ismiydi. Ozan’ın mekânlarda yeni yeni çalmaya başladığı günlerdi. Bir gün aynı sahnede denk gelmişlerdi. Müşterilerden biri, “Mevlam birçok dert vermiş,” türküsünü istemişti. Öyle ya kabak kemane ve bağlama yan yana gelir de bu türkü çalınmasa olmazdı. İlk kez çalmayı denedikleri türküyü gecenin ilerleyen saatlerine dek tekrar tekrar çalmak zorunda kalmışlardı. Her çalışlarında bir dert eklenmişti yüreklerine. Her çalışlarında ilaçsız bir yaraya düştüklerini yalnız kendileri değil o gece mekânda demlenen bütün âşıklar hissetmişti. Sonraki geceler aynı türkünün hikâyesi olmuşlardı. Ozan’sız Mami, Mami’siz Ozan demsiz ve dertsiz her aşk gibi yavan kalacaktı.
O gün Arap Mami ile kereste dükkânlarında uzun uzun susmuştu Ozan. Bir cesaret bulup “Hep merak etmişimdir,” demişti arkadaşına, “Kemaneyi böylesine güzel çalan bu ince parmakların koca kerestelerle yıllarca nasıl baş edebildiğini? Korkmuyor musun parmaklarını kaybetmekten?” “Dükkân bizim,” diye mihnetle cevap vermişti Mami. “Kemaneyi çalmama gündüzleri dükkânda çalışmam şartıyla izin verdi babam.”
Müşteri gelince bir ara Ozan’ın yanından uzaklaşmıştı Mami. Dünya sessizleşmişti o anda. Cigara aramış, bulamayınca babası aklına gelmiş, perde betonlar arasına sıkışmıştı beyni. Sessizliği bozmak için kereste kesim makinesini çalıştırmıştı Ozan. Evvel bir kereste sürmüştü banda. Ahşabın bantta kesilişi hoşuna gitmişti. Ardından parmağını yaklaştırmıştı banda. Büyük bir acı olsun, içindeki acı hafiflesin istemişti. Parmağını kereste makinesinde bırakıp bir bandajla karışmıştı şehre. Kocanın betona çakıldığı gün müzisyen bir oğul bırakmıştın Demirdumrul’un kollarına. Böylece hayatındaki tüm hikâyeleri Demirdumrul’a bağışlamıştın Şaheste Hanım.
İnsan bu şehri ve ovayı deniz zannedebilirdi. Öyleydi. Betona da alışıyordu insan. Betonu deniz, insanları balık olarak düşleyebiliyordu. Zamanla bu ova, bu şeftali bahçeleri, zeytinlikler, kuş cenneti bataklıklar, ayçiçeği tarlaları… Şimdilerin beton deniziydi.
Annen Ankara’da betona doğmuştu. Baban o beton daireler içindeki bürokratik hinlikler arasında harcamıştı ömrünü. Bozkırın orta yerinde betonu legolar gibi sevmişti insanlar. Kimse birbirini sevmezken, kimse inanmazken aşka, kimse yolunu asfalttan çıkarıp bir patikaya saptırmazken, kimse bozkırın ve bozlağın gölgesinde kendini avutacak bir sıcaklık bulamazken cumhuriyete ve betona inanmıştı o şehirde.
Annenin sana “Beton,” diye ünleyişini hatırladın. Şaheste ismini annen koymamıştı, kayınvalidesi vermişti sana. Babaannen. O zamanlar öyleydi. Gelin olduğun ailede hiçbir şeye sahip olamazdın, hiçbir şey senin değildi. Kocan senin değildi, ev senin değildi, yatak odası değildi, salon, yemek takımları, gardırop, yatak örtüleri, çay bardakları, mutfak, doğurduğun çocuklar, hatta ismin dahi senin değildi. Babaannenle deden bu dünyadan göçene kadar Şaheste ismini gönlünce söyleyememişti annen o evde. Ankara’da ilk gelinlik yıllarıydı annenin. O yüzden şehri ve insanlarını belleğine ismi verilmeyen vatandaşlar diyarı olarak kodlamıştı. Öyle ya Ankara’da insandan çok vatandaş vardı.
Annen “Beton” diye sesleniyordu sana. Babanın ve ailesinin annene olan tepkisizliğinden intikamını böyle alıyordu.
Annenin “Beton,” diye seni ilk ünlediği günü hatırladın. Mutfaktaydı. Her zaman olduğu gibi babanın köyünden hiç tanımadığın misafirleriniz gelecekti. Başkentte yaşıyordunuz ve insanların işleri bitmezdi bu şehirde. Her gelişlerinde sizde misafir olurlardı. Her gelişleri bir aydan kısa sürmezdi üstelik. Mutfakta misafirlere yemek hazırlarken “Şaheste, Şaheste, Şaheste,” diye üç kez seslenmişti sana. Duymamıştın. Başını yine o çok sevdiğin romanlardan birine gömmüştün. Senin ve dünyanın tepkisizliğine daha fazla dayanamamıştı annen. Odanın kapısını “Beton, beton, beton,” diye hırsla açmıştı. Betonu senin yazgına böylece annen dâhil etmişti. Ne vakit bir kitap alsan eline “Beton,” diye hakaret edilmiştin. Annenle senin, annenle babanın, annenle babaannenin, annenle dünyanın arasında sert bir küfre dönüşmüştü bu kelime. Birini yok sayacağınız vakit ona beton diyebilirsiniz. Birini sevmemeye beton diyerek başlayabilirsiniz. Birinin yazgısını beton diyerek dondurabilirsiniz. Yazgını dondurmuştu annen. Donmuştun. “Beton,” diye ünlenerek hayatla arana yıkılmaz duvarlar çekileceğini kahredici de olsa öğrenmiştin Şaheste Hanım.
Saat 05.29
Şaşmıyor. Bu saatte uyanıyorsun. TOKİ’nin on birinci katına doğru tırmanan yarı at, yarı canavar, yarı pumaya benzeyen bir yaratık görüyorsun. Çıkardığı ateşten onun Demirdumrul olduğunu anlıyorsun hemen. Yatak odasının camının önünde duruyor en son. Demirdumrul’la göz göze geliyorsunuz. Ağzında demirden bir plaka. Korkuyla açıyorsun camı. İçeri giriyor. Yangın merdivenine yöneliyorsunuz. O önde sen arkada tırmanıyorsunuz merdivenleri. Çatı katına doğru ağzındaki plakayı bırakacağı odaya doğru ilerliyorsunuz. Anlıyorsun. Bir işçinin elini, bir başkasının kulağını koparıvermiş, birinin topuklarını eritmiş, bir çocuk işçinin böbreğine bir kıvılcım daha düşürmüş, bütün çocukları aç susuz bırakmış, doktor doktor gezdirmiş, vardiya ağrısına dönüştürmüş, bir böbreği bitirince diğer böbreğe sıçramış, peşini bırakmamış acının, her birinin nefesini pençeleriyle kesmiş bir bir.
Ağzındaki plakayı diğerlerinin yanına bırakıyor. Ağzından çıkan ateşle her taraf ışıl ışıl. Kocanın cesedinin yanında polislerin bulduğu plakanın bir eşini de bu odada görüyorsun. Bir demir jeton geçmişin perde betonları arasından süzülerek beynine zınk diye yerleşiyor. Anlıyorsun. Bu geceyi de boş geçmemiş, bir can daha almış Demirdumrul. Gerçekle rüya arasındaki gecelerini hatırlıyorsun. Bütün plakalar gözünün önünden geçiyor. Tam o vakit kendi plakanı gözün arıyor diğerlerinin arasında. “Plakamı görseydim Tanrı’m,” diyorsun içten içe. “Kendi plakamı görseydim de acının bütün plakalarını bir mezar bekçisi gibi ellerimle betona gömmeseydim.”
Saat 05.57
Şaşmıyor. Her gece bir can alıyor Demirdumrul. Her gece iki plaka yapıyor bunun için. Birini cesedin yanına birini buraya, TOKİ’deki plaka mezarlığına bırakıyor. Odadan gerisin geri çıkarken son bıraktığı plakaya gözün kayıyor aniden. Plakanın üzerinde “1+1 OZN” yazıyor.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Demirplaka - 29 Ocak 2024