Her gün kahvaltıdan önce sade bir Türk kahvesi içerdi balkonda. Kış yaz fark etmezdi, kahveyi yudumlarken kendini yeniden doğmuş gibi hisseder, omuzlarındaki yükün uçmasına izin verirdi.
Bugün balkona çıkmadı, kahve içmedi. Her gün görünce içinin açıldığı ortancayı görmedi. Oturduğu kanepeyle arasında bağı kopararak zorla kalktı. Çaydanlığa su koyup ocağa koydu. Üzerindeki pijama çıkarılmayı bekliyor olsa da pijamaya bakmadı. Safa Merve arası gidip gelen zeytini, peyniri, reçeli masaya koydu, onların da soğuk yüzlerine bakmadı. Ayaklarından kafasına kadar bir hararetin sektiğini hissetti. Ahmet doğalgazı fazla açmış olabilir miydi? Petekleri kontrol etti, hayır açılmamıştı. Pencereyi bir karış araladı, soğuk hava hararetini almak istiyor gibi yüzünü tokatladı. Bardağa çay koydu, üç günlük ekmeği ısıtsa belki yiyebilirdi ama ısıtmadı. Bir iki zeytin alıp masadan kalktı.
Yağmurla karışık rüzgâr camı olanca gücüyle dövüyordu. İçine çöreklenen sıkıntının üzerini örtmeye çalışsa da sıkıntı yeni soru işaretleri doğuruyordu zihninde… Derin bir oh çekti. Ciğerlerinde biriken hava koşarak salonun ortasına konakladı. Kendini tekrar kanepeye attı. Bedeni bir poşetin içine bırakılmıştı, ruhu ise gayya kuyusunda nefes almaya çalışıyordu. Salonun havası iyice soğumuştu ama Nalan hâlâ yanıyordu. İnsanın zihnindeki bulanıklıklar her zaman yakardı. Kız kardeşinin Ahmet’i arayıp su saatinin bozulduğunu söylemesi hiç hoşuna gitmemişti. Daha dün beraberlerdi. Her şey yolundaydı. Geçen hafta Ahmet’in ısrarla Ayşeleri çağırması, geldiklerinde rahat, samimi hareketleri hiç normal değildi. “Yok yok, neler düşünüyorum böyle,” diyerek kendini teselli etti. Kalktı camı kapattı. Saçlarını topladı. Telefon masanın üzerinde bağırmaya başlamıştı. Eline aldı, Ayşe arıyordu. “Abla Ahmet’le, ay Ahmet abimle akşam yemeğe gelin,” dedi. “Gelemeyiz Ayşe, Ahmet yorgun geliyor, başka zaman,” deyip telefonu kapattı. Nalan’ın uykuda olan kunduzu uyanıp kalbini kemirmeye başlamıştı. Geceden bu yana bir tuhaftı. Odaları şaşkın ördek gibi dolanıp söyleniyordu.
“Neler geliyor aklıma öyle. Ben hâlâ geceki rüyanın etkisindeyim herhalde. Nasıl bir rüyaydı öyle. Kalbim duracak gibiydi. Aşağıya attığım yılan tekrar gelip evin içine çörekleniyor. Ben atıyorum o geliyor. Bir metre vardı, bir de kömür gibiydi. Allah’ım sen hayra çıkar ne olur. Bütün belaları def et üzerimizden.”
Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı. TRT müzik kanalını açtı. Erol Evgin bangır bangır “Ah bu hayat çekilmez, sen olmasan canım,” diye bağırıyordu. Hemen kanalı değiştirdi. Sanki her şey içindekileri gıdıklıyordu. Yatak odasına gidip yatağını topladı. Tozu aldı. Çamaşırları katladı. Dolapta fotoğrafların olduğu siyah poşete gözü ilişti. Bütün anılar sırt sırta vermişler uyuyorlardı. Ayşe ile olan fotoğrafı eline alıp gözlerini adeta çiviledi. Her şeyini kıskanırdı Ayşe. Kıyafetlerini, oyuncaklarını, en çok da bebeğini. Bir gün bebeğini almış gözünü oymuş, saçlarını kesmişti. Saatlerce ağlamış, Ayşe’yle küsmüştü. Bütün duyguları alabora oldu. Dolabı kapatıp odadan çıkmak istedi. Ceketin cebinden ucu görünen kâğıt parçası dikkatini çekti. İçinde gaz verilmiş bir merak, korkusunu titretiyordu. Kâğıdı almakla almamak arasında gitti geldi.
“Beni ihmal ediyorsun, seni çok özledim. Yarın her zamanki yerde bekleyeceğim.”
Ayşe
Ağzındaki tükürükler boğazından geçemedi. Dişleri birbirine kilitlendi. Duygularının yandığını, bedeninden canın kesilip uzaklaştığını düşündü. Kaskatı olan bedenine hükmetmekte zorlanıyordu. Damlalar yanaklarından ılık ılık süzüldü. Siyah poşetten kardeşiyle olan fotoğrafı tekrar aldı. Baktı baktı. Gözünden düşen damla gibi mazinin kalbinden çıkıp damarlarından döküldüğünü hissetti. Ne zaman aynı ne de Ayşe aynı kalmıştı artık. Oysa ne çok severdi kardeşini. Annesi temizliğe gittiği zaman Ayşe’yi hep ona emanet ederdi. Önce kardeşinin karnını doyurur sonra kendisi yemeğini yerdi. İki kuruş parasıyla mahalle bakkalından kardeşinin sevdiklerini alırdı. Organlarından birinin adı Ayşe’ydi.
Karanlık dışarıdaki soğuk havayı yalnız bırakmayarak geldi. Sokak köpeklerinin havlamaları sokağın sessizliğini tersine çevirdi. Nalan pencerenin yanında perdeyi kalbini açıp içine bakar gibi aralayarak dışarı baktı. Karanlığın alfabesindeki yamalı harfleri okumaya çalıştı. Dışarıdaki ayaz karanlığın belini kesiyor, camı buğulandırıyordu. Çocukken ne zaman cam buğulanırsa hayallerini cama çizerdi. İşaret parmağı ile cama kocaman bir soru işareti çizdi. Paltosunu giyerken ellerini cebine soktu. Parmaklarının ucundan bütün duyguları aktı cebine. Yatak odasında yatağın üzerindeki nota son kez baktı. Kasete alınmış yıllar gözünden geçerken kirpikleriyle kaseti kesti.
Soğuk hava derisinden geçip kemiklerine çarpıyordu. Zihninde koşturan düşünceler hem öksüz hem de yetimdi. Gün boyu kahve içememişti. Balkonun altındaki ortancaya baktı. Cebindekileri ortancaya boca etti. Gözlerinden can suyu boşaltmadı. Karanlık kollarını açmış, “Gel,” diyordu. Yürüdü, yürüdü. Başından ayaklarına kadar tüm bedeni toprağa sarılıp toprağı öpmek istiyordu. Ardına hiç bakamadı çünkü ortancayı ayaz vurmuştu.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Mercek - 18 Nisan 2024
- Red - 26 Şubat 2024
- Ortancayı Ayaz Vurdu - 18 Ocak 2024