Yazar: 11:30 Röportaj

Hakan Akdoğan Söyleşisi

Hakan Akdoğan’ı 1998 yılında Nü Peride ile tanıdım. Bildiğimiz duyduğumuz bir yazar değildi ve ilk kitabıydı. Kusursuz ve ödüllüydü. İlk kitabın bir eğrisi, eksiği olmalı mıydı? O günlerde acemi, saf okur olarak cevabım “evet”ti. Fakat bu kitabın hiçbir eksiği hiçbir eğrisi yoktu. Mükemmeldi. Su gibi okundu geçti. O günden bugüne Hakan Akdoğan, seri üretime geçip her yıl bir kitap sunmadı okuruna. Daha sakin, daha dingin daha hırstan yoksun ağır ağır ilerledi. Gölge Yaşatan, Struma – Karanlıkta Bir Ninni, İlişmek, Varlık ve Piçlik, Kirpi Mesafesi adlı romanları yazdı. Okuru olarak onu yıllar öncesinden takip ederken şimdi bir söyleşi ile karşı karşıyayız. Hakan Akdoğan okurları ve hayranlarını sohbetimize davet ediyorum.

Hakan Hocam, söyleşinin girişinde uzun uzun sizi anlatmadım. Birçok okurunuz, birçok öğrenciniz tarafından yakından takip ediliyorsunuz. Fakat siz kendinizi kısa iki cümle ile anlatmak isteseniz nasıl tanımlardınız?

Kaygıyla yüklü bir varoluşçuyum. Gerçekliği yıkarak yerine kurguyu yerleştirmeye; inşa ettiğim bu kurguyla da yıktığım gerçekliği anlamaya ve yükümü hafifletmeye çalışıyorum.

Nü Peride ile edebiyata güçlü bir giriş yaptınız. Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanmak o günlerde sizin için ne demekti? Omuzlarınıza o ödülün sorumluluğu bindi mi?

Ödülün büyüklüğü ve jürideki isimler içimi titretiyor bugün, buradan bakınca. O günlerde biraz daha popüler olmakla ilgileniyordum ne yazık ki. Ödülün sorumluluğundan çok, sonrasında ne yapacağım meselesi beni zorladı. Sanırım bilinçsizce üzerime aldığım bir yüke dönüştü. İnsanların o kadar da benimle ilgilenmediğini fark edince çok zaman geçmişti ödülün üzerinden. 

Siz, Nü Peride için yapılan “Yeni tarihselci roman” tanımlamasına katılıyorsunuz.  O günlerde bunu bilinçle yapmadığınızı da söylüyorsunuz. Eseri bugün yazsanız, bu bilgi ve donanımla aynı hissi geçirebilir misiniz okurunuza, ne dersiniz?  Bilgilendikçe tecrübelendikçe o saflıktan uzaklaşma tehlikesi edebiyatta da var mıdır?

Bunu o günlerde bilinçle yapmadım, evet ama o dönemde çılgınca okuduğum romanların önemli bir kısmının yeni tarihselci olduğunu söyleyebilirim. İhsan Oktay Anar, Orhan Pamuk, Umberto Eco gibi yazarlar üzerinde çok duruyordum. Diğer yandan da varoluşçular. O bilgi bende vardı, sadece teorik olarak tanımlamamıştım. Bu Bozkırkurdu’nu, Kör Baykuş’u, Dorian Gray’in Portresi’ni okuyup, Kutsal Geyiğin Ölümü’nü, Siyah Kuğu’yu izledikten sonra Jung’un gölge arketipini teoride öğrenince bunu bildiğini bilmeyi hissetmek gibi bir şeydi. Bilgilendikçe sanatın derin yapılarında hissettiklerinizi kuramda da görüyorsunuz. Daha da fazlası olduğunu anladıkça o saflık asla kaybolmuyor. Daha bilgili bir saf oluyorsunuz.

Bir söyleşinizde “Tarihçiler kazananların hikâyesini yazarken edebiyatçılar daha çok kaybedenlerin hikâyesini yazar,” demiştiniz ve bu beni çok etkilemişti.  Nü Peride ile tarihi bir olay ve tarihi kişilerle, kurgunun gerçekle düş arasında olduğu bir eser sunmuştunuz. Hemen sonra yazdığınız Struma Karanlıkta Bir Ninni‘de II. Dünya Savaşı yılları ile 12 Eylül arasında bir atmosfer yaratmış tarihsel sürece yarattığınız kurgu ile yeniden bakmamızı sağlamıştınız. Sonraki eserleriniz biraz daha farklıydı. Kaybedenler, iletişimsizlik, mesafeleri koruyamama, ruhsal çatışmalar, bireysel çatışma ve varoluşsal problemleri olan kahramanlarınızla tanıştık.  Varlık ve Piçlik’te Derman, İlişmek’te Ayaz ve Melek’te olduğu gibi. En son eserinizde de buna bir mesafe koyarak iletişimin, sevginin mesafesinin Kirpi Mesafesi kadar olduğuna işaret ediyorsunuz. Hepsi derinlikli eserler ve sanki Hakan Akdoğan bu meseleyi kendine ilke edinmiş gibi. Gerçekten kaybeden tüm kahramanlarınız aklımıza yazılan ama kaleminizden bağımsız hareket eden ve kaybetmeyi istemeyen kahramanlarınıza itiraz edebiliyor musunuz? Başkaldıran kahramana ne yapabilirsiniz?

Bu başkaldıran kahraman meselesi benim aklımdaki bir roman kurgusu aslında. Bir üstkurmaca yazarak itiraz eden kahramanla çatışmamı da anlatmak istiyorum. Sorudan hissettiğim ima şu: kaybeden kahramanı yazdığınızda kaybeden haline itiraz edemeyeceği için kazanan hep siz oluyorsunuz. Bu imaya da bayıldım. Bunun için de kaybeden bir karakterin kazanan bir karaktere dönüşüp yazarının kaybeden olduğu bir roman yazacağım. Ama şu çıkmayacak mı ortaya: Kurguda kaybetmesine itiraz eden karakterin yazarı alt etmesinin romanı da aslında bir tasarıdır ve sonuçta kazanan yine yazardır.

Her eserinizde bir nevi kurgunun ve dilin başka bir alanını kullanarak okura ve yazmak isteyenlere yeni pencereler açıyorsunuz. Psikolojiyle derinlik katarak, üst kurmaca bilinç akışı, iç monolog, gibi yöntemler kullanıyorsunuz. Böylelikle sınırlarınızı mı zorluyorsunuz. Asıl yazma eylemi yazarın kendi sınırlarına dayanması mıdır? 

Yazarın kendi sınırlarını genişletmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun için de konforlu alanından sıyrılıp kendini zorlayan metinler üzerinde çalışması gerekir. Böyle olunca hem saflığını kaybetmez hem de konforlu alanında kalıp birçok açıdan birbirine benzeyen eserler üretmez. Burada söylemek istediğim üslup değişikliği değil, üslubun farklı tekniklerle genişletilmesi meselesidir.

Çok önemsediğim bir konu da sizin dil bilimcisi olmanız. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dil Bilimi bölümü mezunusunuz. Bu işin uzmanını bulmuşken: dilimizin korunması konusunda yazarlarımızın da eğitimcilerimizin de çok hassas olmadıklarını düşünüyorum, siz eğitimini almış bir aydın olarak nelerin olması gerektiği hakkında ne söylemek istersiniz?

En acil olan; önemli dil bilimciler tarafından dünyanın en güzel dillerinden birisi olarak kabul edilen Türkçenin korunması için devletin harekete geçmesidir. Sadece tabelalara vurgu yapmakla dil korunmaz. Öncelikle Türk Dil Kurumu’nun hızla dönüşen dünyada diller arası geçirgenlik, teknoloji, tıp ve bunlar gibi alanlarda yeni kavramların ortaya çıkması nedeniyle çalışmalarını yeni bir bakışla tekrar düzenlemelidir. Dilimize giren yeni kelimelere dil bilimcilerden oluşan kurulların karşılık üretmesi ve bunların devlet marifetiyle resmi kuruluşlarda, medyada kullanıma sokulması gerekmektedir. Tahrip edilmiş olsa da mevcut dil yapımızı korumaya alacak kanunlar çıkartılmalı, Fransa gibi ülkelerin çalışmaları örnek alınmalıdır. Göçmenlerin dil tahribatını hızlandırmaması da önemlidir. Dünyada değişmeye başlayan bir mesele de bu: Genellikle göçmenler asimile olurken günümüzde yerleşik halklar asimile olma tehdidiyle karşı karşıya kalabiliyor. Aslında söyleyecek daha çok şeyim var. Belki sadece bu alanda bir konuşma yaparız daha sonra.

Daha çok suç ve suçluların geliştirdiği davranışlar üzerinde duran, adli psikoloji eğitimi de aldınız.  Bu eğitim, eserlerinizde psikolojik derinlik ya da çok katmanlı kurgu yaratmanızı kolaylaştırdı mı?  Edebiyat alanında nasıl faydalandınız? 

Suçun bireyin iç dinamiklerini nasıl değiştirdiğini, vicdanını baskılamak için kullandığı savunma mekanizmalarını ele almak ilgimi çekiyor. Buradaki ‘suç’ tanımı gündelik hayatımızda hukuken bizi zorlamayacak ama vicdanen rahatsız edecek küçük durumlar da olabilir.

Kurgu karakterlere baktığınızda nevrotik yapılarla karşılaşırsınız. Başkaları sinik bir yetişkin görürken ben onay alma mekanizmasından kurtulamamış bir çocuk görüyorum örneğin. Sorunun yattığı yeri biliyorsunuz, kurguyu da buna göre derinleştirebiliyorsunuz. Lacan, Jung, Freud, Adler, Klein, Fromm, Eriksson, Zimbardo, Milgram gibi isimlerin kuramlarını kurguya uyarlamak çok heyecan verici.

Bitmek üzere olan romanımda her yaşta, her sosyolojik yapıda zorbalığın nasıl can yaktığını da anlatmaya çalışıyorum.

“Yazmak bir yerde derin okumaktır.” diyorsunuz. Mahal Edebiyat okurları için derin okumak ve çözümleyici okur ne demektir, ne yapmamız gerekir, kısaca açıklamanız mümkün mü?

Öncelikle böyle bir okuma olduğunu kabul etmek gerekir. Ne yazık ki bir direnç var. Bunun biraz da konformist bir tavır olduğunu düşünüyorum. Disiplinler arası ve metinler arası okuma yapmak zorundayız çünkü nitelikli metinlerde de doğası gereği bu ilişkileri görüyoruz. Bunun için önceden bir çalışma yapmak değil de okuma esnasında tetikte olmak gerekiyor. Öncelikle metaforları çözmek gerekir. Basit bir örnekleme yapayım: Sineklerin Tanrısı’nda bilgisiyle öne çıkan Domuzcuk’un gözlüğüyle ateş yakması medeniyetin bilgiyle inşa edilmesi sonra da o ateşin açgözlülük nedeniyle bütün adayı yakması da bilginin kötü insanlar tarafından kullanılarak medeniyetin yok edilmesi anlamına geldiğini fark etmek metaforik okumadır. Böyle bakınca da o ada başta yapılan betimlere göre kutsal kitaplardaki cennetken insandan sonra cehenneme dönüşmesinin hikâyesini okuduğumuzu anlıyoruz. Buna neden olan ise Jack adlı karakterin haset duygusuna geçişidir. Jung’un gölge arketipine göre değerlendirdiğinizde Jack kendinin bile farkında olmadığı gölgesiyle karşılaşınca ona yenik düşüyor ve beraberindeki askeri korodaki küçük çocukların yüzlerini boyayarak onlara vahşi personası yüklüyor. Böylelikle sorgulamadan emirlerini yerine getirmelerini sağlıyor. Metaforla kuramı birleştirdiğimizde bunun İkinci Dünya Savaşı olduğunu Jack’in de Hitler’i temsil ettiğini, yüzleri boyalı çocukların da emirleri sorgulamadan itaat eden cahil kitleleri sembolleştirdiğini anlıyorsunuz.

Bunun için bilgiyi bilmek gerekiyor. Yani bilginin kendisini değil. Böyle bir bilginin var olduğunu. Bir his gelişiyor zamanla. Bu pratikle ilgili daha çok. Sonra da yaşamın her alanında başka bir bakış açısı gelişiyor. Bunu katılımcılar söylüyor.

2003 yılından bu yana yaratıcı yazarlık ve derin okuma atölyelerini yürütmektesiniz. Biliyorsunuz Türkiye’de yaratıcı yazarlığın okulu yok ama atölyeleri çok. Sizin atölyenizin farkı nedir? Katılmak isteyenler için atölyelerinizden bahsedebilir misiniz?

Ben edebiyatın kendisini değil edebiyatı oluşturan bütün alanları esas almaktan yanayım. Bu nedenle disiplinler arası bir çalışma belki de işin sırrı. Başta psikoloji, sosyoloji, felsefe, mitoloji olmak üzere. Bence asıl farkındalık sanatla ortaya çıkıyor. Benim atölyelerimin temeli de bilgileri bir araya getirip yaşamla örtüştürmeye dayalı.

Ödül aldığınız ilk romanınız Nü Peride’den sonra son romanınız Kirpi Mesafesi’ne uzanan süreçteki yolculuğunuz için neler söylersiniz?

Benliğime ulaşma yolunda büyük aşama kaydederek, benliğime ulaşmanın benliğime ulaşma yolunda benliğime ulaşamayacak olmanın bilincinde ilerlemek olduğunu öğrendim.

Zaman ayırdığınız için Mahal edebiyat adına çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim değer verip zaman ve yer ayırdığınız için.

Editör: Melike Kara

Nilgün Çelik
Latest posts by Nilgün Çelik (see all)
Visited 33 times, 1 visit(s) today
Close