Bugün birini öldürebilirdim. Karnımdaki ağrı yukarılara çıkmıştı. Asla aşağıya inmeyen, boşaltım sistemimin kabul etmediği bir ağrıydı. Kabul edilmesi zor, ama yaşanırdı. Yaşayan birine sordunuz mu hiç bu tarz ağrıları? Yaşadığını düşünen biri, bu ağrılardan bihaberdi bana kalırsa. Bana göre bunların kökeniyse maalesef tecrübelerimizdi. Hep de “Hayat kendi tecrübelerinizden yararlanmak için çok kısa.” derler. Başka bir canlının başına gelenler sizin için başucu kitabı niteliğinde olmalıydı. Dönüp dönüp ona bakmalıydınız.
Ben kendi yaşadıklarımdan ders çıkarmaktan o başucu kitaplarını hep kaybetmiştim. Ucuz, belki çok satan ama bana göre kalitesiz yazılardı onlar. Benimkilerse raflarda hak ettiği yeri bulamayan, ancak o dili ve felsefeyi anlayabilen birinin okuyup anlayabileceği ve çok da seveceği cilt cilt kitaplardı.
Tahmin edersiniz ki her zaman kendi bildiğinin en doğru olduğunu düşünen, bir şeyleri en iyi yoldan öğrendiğini düşünen biriyim. Bunun kökenine inersek bu iş belki baba sevgisizliğine kadar giderdi ama ben bu eşek kadar olmuş adamın babasını suçlamasını son derece komik bulurum. Herkes çocuğunu kucağına aldığı anda ne kadar anne ya da babaysa çocuk yirmi yaşına geldiğinde de o kadar anne veya babadır. Bu durumun sizdeki etkileri, annenizin oyun oynamanıza izin vermeyişi ya da babanızın istediğiniz o bisikleti size almayışı yüzünden kırk yaşına geldiğinizde onları suçlamanız kadar trajikomik olamaz. Kalbinizde biriken kırıkları toparlayıp hepsini eriterek yeni binalar inşa etmeniz gerekir. Bu sizin bireyselliğinizden çok, doğaya karşı bir savaşınızdır. Çocukluk travmalarınız doğanın umrunda değildir ve siz hayatta kalma güdüsüyle yaşamadığınız müddetçe doğa sizi yener. Öte yandan içinizden çıkacak otuz yaş görünümlü on yaş çocuğunun da sorumlusu sizsiniz, canavarın da.
Ben bugün o canavarı gördüm, tam içimde. Herkes çok derinlerde olduğunu düşünür o canavarın, ama öyle değildir. Karanlıkta bir yerde bekler, ışığı ve çağrıldığını gördüğü anda dışarı çıkıverir.
Onunla ilk defa yüz yüze geldiğimde hayal görüyorum sanmıştım. Gerçek olamayacak kadar benden uzaktı, rüya gibiydi ama zamanla onu her gördüğümde bir aynaya baktığımı fark ettim. Peki ilk zamanlar rüyalarımda hayal ettiklerimi mi görüyordum, yoksa hayal etmekten korktuklarımı mı? Korku her zaman itici bir güçtü bende. Korkmadan cesur olamazdınız. Bir şeyi korkmanıza rağmen yaptığınızda adrenalin yükselir ve kendinizi âlemin en cesur adamı olarak görürdünüz. Öyle zamanlarda bedenimin etrafını bir ateş topu sarar ve her yeri eritirdi. Kalbime de zarar verirdi, onu da içine hapseder ve eritirdi.
Babamdan bahsetmiş miydim size? Dünya’nın en naif, en nazik adamı. Bu dünya sevmez öyle adamları, bu vahşi doğada hayatta kalamazlar. O yüzden erkenden göçtü gitti. Ateş topu kalbindeydi, içine attıklarını yakar, yaktıkça harlanan o ateş etrafını sarardı. Anlayacağınız, insanların içindeki ateş topunun yerini anlamaya çalışmak bende bir takıntı halini almıştı. İnsanları buna göre ikiye ayırırdım, babam gibiler ve potansiyel canavarlar.
Bugün basit bir olay geçti başımdan. Sokakta yürürken önümden geçen adam, bir okulun kapısında durdu. Daha en başta önüme geçtiği için kurulmuştum o adama. Okulun karşısındaki tostçuda bir tost yaptırırken adamı izleyedurdum. Adam önce ayağının ucundaki su şişesini yerden almak yerine onu ayağıyla duvarın dibine fırlattı. Herkesi rahatsız edici bekleyişi, bir çocuğu görüşüyle son buldu. Altı yedi yaşlarındaki bu çocuk kapıdan çıkarken “Baba, bugün neler yaptık bir bilsen!” gibi bir heyecanı yaşamıyordu. Aksine iş yerinde her gün gördüğü ve sevmediği insanlara nasıl davranması gerektiğini bilen bir adamın olgunluğu vardı üzerinde. Baba ona bir şeyler sorar gibiydi, çocuk da göz teması kurmadan ve ellerini arkasında birleştirerek küçük bir adammışçasına cevaplar veriyordu. Derken baba bir anda elini kaldırdı ve o kocaman, kaba, çirkin elini küçük çocuğun avuçiçi kadar ufak beyaz suratına indirdi.
Ben işe yaramaz bir adam değildim. Ama o an keşke bir kalkan olsaydım da o avuçla o yanağın arasına girip bir işe yarasaydım diye düşündüm. Adamın sırtından dahi, bedenini saran ateş topunu görebiliyordum. Göğüs kafesinin içine sıkışmış kalbi simsiyahtı, belli ki çokça harlanan bu ateş onu küle çevirmişti. Ellerimin ısınmasından, kalbimin hızlanışından ben de benimkinin harekete geçtiğini fark ettim. Ateş kafatasımı sarmıştı ve doğru düzgün düşünemiyordum. Çocuksa ağlamıyordu bile. Yavaşlatılmış bir film izliyordum sanki. Ağır çekimlerle karşı kaldırıma geçmek için bir adım attım. Kaldırıma geçtiğimde çıkardığım izlere bir dönüp baktım. Bunlar kendini bilmez ayak izlerinden ibaretti. Ne yapıyordum? Yanan bir adamı yakmaya mı gidiyordum? Neyse ki düşünmek için çok geçti ve karar verme evresini geçmiş olmanın rahatlığıyla adamı yakasından çekip kendime doğru çevirdim.
Polis arabasının içi sıcaktı. Soğumuş, kendime gelmiştim. Güneşin altında yandıktan sonra duşa girdiğinizde hissettiğiniz üşüme hissinin aynısıyla karşı karşıyaydım. İndiğimde, yaptıklarımı anlatacak bir görgü tanığı bulmanın umuduyla yolun bitmesini bekledim.
İlk sordukları soru “Adamı niye öldürdün?” oldu. Kendimi kocaman bir hayal kırıklığına uğratmış, kalbimi kırmıştım. Hatırlamadığımı söylesem inanırlar mıydı? Öyle biri olmadığımı söylesem? Herkes gibi, olmak istediğim insanı anlatsam onlara, olduğum kişiyi gizlesem salıverirler miydi ki beni? Adamla aramdaki bağlantıyı bulmaya çalışan, neden düşman olduğumu soran bu sığ insanlara derin bir şeyler söyleyemeyeceğimi anlamıştım. Çok geçti. Ama ben hâlâ çocuğu merak ediyordum. Kalbindeki ateşin tıpkı babama verdiği gibi ona da zarar vermemesi için yapmıştım bunu belli ki. Güçsüz insanları birilerinin koruması gerekiyordu. Sohbet bittikten sonra beni yeni bileziklerimle odadan çıkardılar ve koridorun sonunda çocuğu gördüm.
Bedenimi bir panik hâli sardı, yanlış yaptığımı ve yıllar boyu alacağım cezanın boşuna olduğunu gördüm. Çünkü yanılmıştım. Çocuğun kalbini koridorun daha başındayken gördüm, simsiyahtı. Potansiyel bir canavara yardım ettiğime inanamadım. “Bırakın beni, ben suçsuzum!” diye bağırmak geliyordu içimden. Her bir polis memuruna niyetimi, aslında yapmak istediğim şeyin bu olmadığını ama adamın çabucak ölüverdiğini ve hatırlamadığımı anlatmayı tasarladım kafamda. Gerekirse ayaklarına kapanabilirdim özgürlüğüm için. Ama çok geçti.
Özgürlüğümü bir takıntı uğruna harcamışım gibi görünebilir sizlere. Ama o kadar basit değildi. Böylesine dandik bir senaryonun kurbanı nasıl olmuştu da ben olmuştum? Tek bir cümleyle anlatayım sizlere, yaşamanın gerekliliklerini kabul edip uyum sağlamayı reddettiğim için doğa da beni reddetmişti; eleştirdiğim ve doğrusunu bildiğimi sandığım her şey beni sınamış ve düşüncelerimin sonuçlarını görmem için bugün o adamı karşıma çıkarmıştı. Herkesin her gün yapmaya yakın hissettiği bir şeyi ben bizzat yapmıştım. Onca korku ve öfkeye rağmen ise bedenim hâlâ buz gibiydi. Isınmıyordu.
Bugün ateşimi kaybettim. Doğa bana ihtiyacım olanı vererek beni bir kaya parçası kadar sıradanlaştırdı. Bugün karnımdaki ağrıları kaybettim. Kimi bilmem ama bugün birini öldürdüm.
Editör: Hatice Akalın
- Buz Kesiği - 16 Temmuz 2023