Güneş henüz tepeye yükselmeden indirdi hayata yağlı kuşlu hamurunu, Meliha. Ak, tombul kollarındaki bilezikleri dirseğine doğru çekti. Hamuru yoğurmaya başladığında ritüelini söylemediğini fark etti. Biyoritmi yavaş kadındı. Ağır ağır hareket ederdi. O nedenle mayalı hamurun tez gelmesi için ritüeline ihtiyacı vardı. Ne var ki canı burnundaydı. Keyfi yerinde olsaydı ritüelini sesli sesli söyler, ardından da neşeli bir türküye geçerdi. Hamurunun kendi yavaşlığında mayalanmasından endişe ettiği için yine de mırıldandı. “Ayşa hamurun gelsin taşa taşa, ben gideyim sen arkamdan gel, koşa koşa.” Hamurun hızlı mayalanmaması için artık hiç bir engel kalmamıştı. Sıcak henüz kendisini hissettirmese de Meliha çoktan terlemeye başlamıştı. Tombul, kar gibi kollarındaki bilezikler o hamuru yoğurdukça şıngırdıyor. Canlı cildi daha bir parlıyor, zihnindeki kavga sürüp gittiği için tek kaşı havada duruyordu.
Meliha, hayatın şımartmadığı insanlardandı. Üç buçuk yaşında iken annesini kaybetmişti. Sonra nerden geldiği, neden olduğu bilinmeyen adı konmayan, ateşli bir hastalık, bir gözünü alıp götürmüştü. Tek gözü ile gördüğü dünyayı hep doğru anlamlandırmış, hiç yanlışa sapmamıştı. Kaybettiği gözünün rengi diğerinden farklıydı. Güzel yüzünde, mavi bir boncuk gibi dururdu. Neşesi dillere destandı. Eli becerikli, kendisi güler yüzlüydü. Lafı sözü dinlenirdi. Akıl verecek bilgeliğe, sır saklayacak iradeye sahipti. İşte tam da bu nedenlerle herkes tarafından çok sevilirdi. Aslında kadersizliğinin başladığı gün, annesini kaybettiği gündü. Efkâr bastı mı, ah anam garip anam, diye anasının yokluğuna seslenirdi. Fukara babası ile de ilişkisi, aralarına el girmiş baba kız mesafesindeydi. Zihnindeki şüphe, öfkesini kabartıyordu. Yine aynı haltı yemiş olabilir mi bu deyyus herif, sorusu zehirli bir yılan gibi zihnin tüm kıvrımlarında zehrini sala sala dolandı.
Tanıyordu kocasını, bir haller geliyordu arada üstüne. Salyası akan kurt gibi dolanmaya başladı mı bir korku sarıyordu Meliha’yı. Bu seferki kuşkusu doğru çıkarsa Meliha, ardına bakmadan boşasa yeriydi. Önce tülbendinin kenarıyla yüzündeki teri sildi. Ardından sinek kovalar gibi elini yüzünün önünde salladı. Zihnindeki düşünceleri kovaladı. Mayalanan hamura N harfine benzer şeklini verdi. Ardından yumurtasını sürdü. Susamını serpti üzerine. Fırına sürdü. Çok geçmeden evin içini eşsiz bir mayalı ekmek kokusu sardı. Oturduğu eski somyanın üzerinde, hem uzaklara hem derinlere dalan Meliha, fırındakilerin yanmasından endişe ederek kendi kendine fırına seğirtmesini hızlandırmak için “Anam, anam, anam, anam,” diye bir kısa nara attı. Keyfi yerindeyken söylediği türkülerin sözleri, kederliyken hiç aklına gelmiyordu. Her şey gönül şenliği ile, dedi kendi kendine. Fırından çıkardığı ekmeklerin bir tanesinin ucundan bir parça kopardı. Can sıkıntısının mani olamadığı tek şey iştahıydı. Kulağı kapıdaydı. Her an gelebilecek bir dedikoduyu ya da kocası olacak mendeburun yeni terbiyesizliğini söylemeye gelecek birilerini can sıkıntısıyla bekliyordu. Ya bu defa kocasının kabahati birinci ağızdan aktarılırsa ne yapacaktı. İşitmek istemediklerini işittiğinde ne yapacağına, nasıl davranacağına karar vermeye çalışıyordu ki kapı çaldı. Ok gibi fırlayamadı kapıya. Komşularının karnı, kaç çocuğa ev sahipliği yaptığı halde kendisininki gibi kocaman değildi. Pek çok kadının kilolarına meşru gerekçesi olan analık, ona nasip olmamıştı. Meliha, yalnız ve yalnız iştahlı olduğundan şişmandı.
Kapıdaki komşu, Meliha’nın yavaşlığını bildiğinden sabırla bekledi. Meliha, mavi demir kapıyı açtığında elinde bir tabak toz şekerle Mücella’yı karşısında buldu. Mücella, kapı ağzında hiç kelam etmeden içeriye bir bulut gibi süzülüverdi. Elindeki toz şeker Mücella’nın geliş nedeniydi. Belli ki kocası çıktığı uzun seferden dönüyordu. Meliha’nın mahalleliye karşı asli görevlerinden biri de ağda kaynatmaktı. Kocasının yokluğunda Mücella, yatağa buz gibi yatmış, kız gibi kalkmıştı. Vuslat vakti gelince saçak bağlamış avret yerlerini temizlemek de aklına gelmiş, ağda yapsın diye Meliha’ya gelmişti. “Ablam, ne yaptın?” derken bile Meliha’nın son konuşulanlardan haberi olup olmadığını yoklar gibi bir hali vardı. Meliha’nın sönmüş neşesi dikkatten kaçmayacak kadar belirgindi. “Ne olsun Mücella, canım burnumda,” dedi ve yalnız tek gözünden akan yaşı sessizce sildi. “Dur abla ağlama, ne oldu ki?” demeye kalmadan Meliha, zihnini kemiren kurtları bir bir ağzından dökmeye başladı. “Mevlut, dul Saliha’yı rahatsız edermiş,” dedi. “Yine herkes bizi konuşur olmuş.” “Aman abla her duyduğuna inanma,” dese de, Mücella kendisi de Mevlut Hoca için konuşulanların gerçek olduğunu adı gibi biliyordu.
Meliha’nın kocası, tavşan boku gibi adamdı. Yanına yatılmayacak kadar çirkindi. Yıllarca Meliha ile çocuklarının olmayışına, Meliha’nın kilolarından yumurtalıklarının yağ bağlamasını sebep göstermişti. Asıl işi kabzımallık olmasına rağmen kendisine hoca denilmesinin nedeni, vakit namazlarını kaçırmamasıydı. Meliha’nın karşısında ezik ezik ezilen Mevlut, mahallenin kadınlarının kâbusuydu. Mahallede kadınlar ellerine el işlerini alıp kilimlerin üzerine oturdular mı Mevlut mutlaka diplerinde biterdi. Kimseye somut olarak bir şey yaptığı duyulmamıştı ama insanları rahatsız ettiği kesindi. Bir de bazı geceler yalnız kadınların kapılarına gittiği söylenirdi. Meliha’nın hatırına mahalleli konuyu dallandırıp budaklandırmaz ama olay Mevlut’ün kulağı bükülecek kadar da Meliha’ya duyurulurdu.
Oysaki Meliha, kalbi temiz, niyeti iyi kadındı. Çalınan çiçeklerin tuttuğuna inanır, gittiği misafirliklerden çaldığı çiçekleri teneke saksılara ekerdi. Her çiçeğe, çiçeğin asıl sahibinin adını verirdi. Her gün çiçekleri sularken, “Aferin Hatice, ne güzel açmışın Fadime, aşk olsun Ayşa” derdi. Kimseyi kıskanmaz, kalp kırmazdı. Ama Mevlut, sinsinin önde gideniydi. Salyasını, sümüğünü silmeye gücü yetmediği yerde bir de Meliha’yı beğenmez olmuştu. Meliha’nın yaşadığı bu kaçıncı utanç, kaçıncı hayal kırıklığıydı. Ama bıçak kemiğe dayanmıştı. Bu son olacaktı. Bu defa Meliha, ömrünce sakladığı sırrı daha fazla taşımayacaktı.
Önce karıncalanan sesini akort etti. Sonra “Mücella, sana şimdi söyleyeceklerim yirmi bir yıllık evliliğimin en büyük sırrıdır. Ama sende kalsın diye söylemiyorum. Ben utandım. Ama sen dilediğine söyle. Söyle ki kimse korkmasın deyyus Mevlut’ten. Mevlut, kimseye bir şey yapamaz Mücella. Çocuğumuzun olmama sebebi ben değilim. Ben kadın olamadım Mücella, kaç gece yatağımda kendi kendime öldüm de sabah kendiliğimden dirildim. Sevilecek tarafı olmayan bu hayatı sevilir hale getirmek için her gün yeni sebepler yarattım,” Mücella, ağzı bir karış açık, “Aaa deme öyle abla, aslan gibi Mevlut Abim… ”diyebildi. “Değil işte Mücella, hıh aslan gibiymiş! Ne aslanı? Kuyruksuz aslan.”
Mücellanın nutku tutuldu. Meliha’nın can tahtasının üstünde yirmi bir yıldır oturan öküz kalktı. Üzerine bir hafifleme geldi. Kıvama gelen ağdanın şekerli kokusu, küçük mutfağı doldurdu. Asmanın dallarının arasında güneş ışıkları oynaştı. Mücella ağdasını kaptığı gibi evine koştu. Meliha biliyordu ki, Mücella ilk fırsatta ağzı kara tükürükle dolu halde, kadınlara Meliha’nın sırrını ağzını doldura doldura anlatacaktı. Meliha, keyifle ardından baktı Mücella’nın. Hayattaki eski çeşmede yüzüne su çarptı. Başında ki tülbendi çıkartıp çeşmenin altında yıkadı. Tülbentten hayata beyaz sabun kokusu yayıldı, kenarındaki çiçeklerin dalları yeşerdi. Saksıdaki mutluluklarına göz süzdü, dua çiçeğinin yaprakları kımıldadı.
Editör: Hatice Akalın