Geçen günlerin uzun süredir birbirinin aynısı olduğuna eminim, isimlerini saymayı bıraktım. Günlerden hangisiymiş, ayın kaçıymış, neme lazım. Hep aynı koltukta oturuyorum, hep aynı yere bakıyorum nasılsa: dolmuş durağına. Durağın hangi saatlerde daha hareketli olduğundan hafta sonu mu değil mi onu ayırt ediyorum sadece. Durağa bakan küçük penceremin dibinde, eprimiş kumaşına rağmen yerinde olmaya, görevini gururla yapmaya devam eden, bir zamanlar krem rengi olan, şimdilerde griye dönmüş o koltukta sıkışıp kaldı ömrüm. Tamamlanıyorum kendimce, kum saatinin altını dolduruyorum kimseye dokunmadan.
Gökyüzünü ve durağı görebildiğim bu pencere bir çaresizlik hissi uyandırıyor, buradan dışarıya bakan kim olsa kapana kısılmış gibi hisseder, hele ki yetmişini devirdiyse. İkisi küçücük, diğer ikisi biraz daha büyük dört parça cam, mavi boyalı, dikdörtgen çirkin pervaz. Camlara bulaşmış mavi boyalar, hayatımdaki çiziklere emsal.
Oturduğum yerden yapabileceğim en kolay iki şeyle hayatımı yaşanılır kılmaya çalışıyorum. Görmek ve düşünmek. Duraktaki insanları izlemek, onlara farklı kumaşlardan hayatlar biçmek nefes almakla eş değer artık. Bunu yaparken Kemal Sunal’ın rol aldığı filmden bir kare takılıyor aklıma, hani şu camdan tavuklara ekmek bandığı sahne. Ben de buradan insanların hayatına ekmek banıyorum, arada korkmuyor değilim biri gelip bu tadı da elimden alacak diye.
Dolmuş durağından geçen insanlara birer hayat giydirmek bir zamanlar yazdığım öyküleri hatırlatıyor bana. İnsanları uzaktan öyle iyi tanıyorum ki, ya da öyle sanıyorum. Kıyafetleri, hareketleri, taktıkları çantalar, giydikleri ayakkabılar, hepsi karakterlerine dair birer ipucuymuş gibi hayatlarını oluştururken kullanıyorum onları. Tüm imkânlara rağmen yaşamayı bilmeyen, bir kedinin suratından öpünce mutluluktan uçan, işini sevmeyen, eşini sevmeyen, iyi bir baba, en şanslı çocuklar… Birbirinden farklı karakterler serpiştiriyorum durağa doğru, gidip orada bekleyenlerin üzerine yapışıveriyorlar. Bu hayatlar birbirinden ne kadar farklı olsa da büyük bir ortak yanı var, hepsi yalnız. Kalabalık içinde yalnız ya da benim gibi hepten yalnız. Askerlerini yetiştirdiğim yalnızlar ordusunu yönetiyorum mütemadiyen.
Hava pırıl pırıl bugün, tek bulut yok. Böylesi günler beni fazlasıyla huzursuz ediyor, çocukluğumdan beri sevemem güneşi. Hava fazlasıyla aydınlık olduğunda insanın her şeyi tam olmalı, ve görünür, göğsünü gere gere sergilenen bir hayat olmalı yaşanılan. Oysa benim hiçbir zaman tam, hele göğüs gere gere göstermelik bir hayatım olmadı. Bu havalar şanslı ve umut dolu insanların havası… Kalabalık sofralarda yemek yiyen, her daim ışık saçan o insanların havası.
Düşünürken yoruluyorum artık, yoran aynı, hep aynı bekleyiş aslında, yaşlılıktan daha zor oluyor beklemek. Kızımı düşünüyorum, biliyorum ki o da benim gibi, gözü çocuklarından başka hiçbir şeyi görmüyor. Hatalarımı tekrarlıyor, asla bana benzemeyeceğini dilinden düşürmeyerek. Kadınlara bahşedilmiş en büyük ödül de ceza da annelik değil mi? Ah kızım! O da benim gibi böyle bir koltukta yalnızlık içinde ölüp gidecek, anlatsam şimdi anlar mı ki?
“Anne çocukların okulu… Babaları çok çalışıyor, yalnız hafta sonu evde, haftaya geliriz belki… Anne üzülme.”
Biliyorum duyacaklarımı fakat insan emin olsa bile beklemeyi bırakamıyor, aynı filmi tekrar tekrar izlemekten bıkmadığım gibi aynı şeyleri beklemekten bıkmıyorum. Onu anlıyorum, bu yüzden kızma hakkımı da kaybediyorum, anladığımız birine kızmamız mümkün mü?
Saat 11.03. Telefon çalıyor, ağır adımlarla ilerliyorum konuşmak için, umutlanmayı çoktan bıraktığımdan hiçbir şey hissetmiyorum. Bir an önce olup bitsin kaygısı sarıyor sadece. Duyacaklarım, konuşacaklarım yıllardır aynı, oyunumuzu oynayıp kapatacağız ahizeleri.
“Anne, çocuklar büyük bir parka gitmek istiyor, sizin oradaki park küçük, oraya getirsem surat asarlar gün boyu. Anne çocuklar… Haftaya geliriz, zaten bayram geliyor.”
“Tamam kızım, haklısın. Burayı beğenmezler, istedikleri yere götür sen, mutlu olsunlar, elbette onların sevinmesi her şeyden kıymetli. Haftaya bekliyorum.”
“Anne, sen iyisin değil mi?”
“İyiyim.”
“İyi değilim.”
“İnsan kendi sesini unutur mu kızım, ben unuttum. Telefonda konuşan bu sesi hatırlamıyorum artık. Hem yalnız film bile izlenmiyor, insan kendi kendine gülemiyor, yalnız kahkaha atılmıyor, biriyle gülmek güzel, yoksa gerçek bile değil. “
Telefon çoktan kapandı.
Bir kadın, bir anne öncelikle kendisi için bir şeyler yapmalıymış, sona yaklaştıkça daha çok geçmişi düşünüyorum. Anlıyorum asıl yaşamı, aslında kızıma yapacağım en büyük iyilik buymuş. Hayatın içine annelik de sığardı, yazarlık da. Bunu kendim için yapabilirdim, onun için yapabilirdim. Pişman oluşumu da hazmedemiyorum, yılları çöpe atmakla aynı değil mi geçmişe duyulan pişmanlık, bir yetmiş yılım daha yok ki elimde, olanını çöpe atayım.
Hayatın başlangıcı doğum mudur, bu soruyu bolca düşündüm. Değil. Doğduğumda nefes almaya başlamışım, oysa henüz yaşamaya başlayamadım ben. Yılları sadece nefes alarak geçirdim, kusursuz yaratılan vücut size sormuyor fikrinizi; sorsa ben bir yerde bırakırdım mutlaka nefes almayı. Her gün diğerinin aynısıyken boşa yer kaplamak benimki. Donuk bir resmi çerçeveleyen bu çirkin pervazı daha kaç sabah göreceğim?
Düşünceler birbirini kovalarken epeydir telefonun başında oturup kaldığımı farkediyorum. Nasıl olsa kızımın gelmeyeceği haberini aldım, bir daha aramaz, başka da arayan olmaz. Geçip mabedime, gelip gidenlere bakıp, kesip biçmeye devam etmeli. Öğle saati geldi, günün ve saatin hakkı veriliyor, telaşlı bir kalabalık var.
Durağın iyice kalabalıklaştığı sırada bir kadın çekiyor dikkatimi. Kıskaca alıyorum, bir farklılık var onda, tanıdık bir şey. Aydıkça sıkıntının avucuna aldığı bir heyecan hissediyorum. Bütün ışıklar söner ve tek bir aydınlık nokta olur ya, tıpkı öyle oluyor; sahne ışığı o kadında, diğer her şey siliniyor bir anda. Sadece onu görüyorum, eskilerden gelen bir koku hissediyorum. Kalın telli kumral saçları beline kadar uzanıyor, fönlü. Hafif etine dolgun, boyu tipik Türk kadını, daha otuzlarının başındadır anca. El, kol hareketi, başını çevirmesi her şeyiyle çok tanıdık. Yaktığı sigarayı ağzının sol tarafına alışıyla bir anda ayıyorum duruma. O kadın aynı ben, evet, benim o karşıda duran kadın. Üzüntülerim, pişmanlıklarım, yapamadıklarım, geçmişim her haliyle o kadınla somutlaşıp çıkıveriyor karşıma. Oturduğum yerde azalıyorum, çoğalıyorum. Beynimde bir yığın düşünce, kovalıyor birbirini. Ya o kadın, o kadın da benim gibi olacaksa?
İçimde bir kıpırtı hatta bir telaş, kendimi tanıyamıyorum. Yılların sakinliği gitti aniden, koşarak evden çıkmak istiyorum. Koşarak o durağa gidip o kadınla tanışmak, geçmişteki her anını bilmek istiyorum. Benim gibi olma, diye ona dil dökmek için sancılar içinde kalmış gibi kıvranıyorum. Uzun zamandır hiçbir şeye karşı böylesine istek duymamıştım, kızımı bile böylesine istememiştim yanımda. Sanki onunla konuşunca kendi geçmişimi de düzelteceğim, sanki mutluluk veren umut dolu düzeltilmiş ortak bir yaşamımız olacak. Herkesin yeniden yoluna gidebildiği onarılmış, yanlışları silinip huzur verenlerin altı çizilmiş bir yaşam. Yok, duramayacağım böyle, hemen gitmeliyim hemen. Hangi dolmuşu beklediğini bilmiyorum. Ya zamanım azsa, ya onu bir daha göremezsem bu durakta, ya bir şansım daha yoksa?
Kararsızca ne yapacağımı düşünüp oyalanacak vakit yok artık. Çizgili pijamam ve çorapsız ayaklarımla fırlıyorum dışarıya hantal vücudum el verdiğince. Koş Ferah koş, kendine geç kalma.
Editör: Çisem Arslan
- S/ona Doğru - 28 Mayıs 2023