Ernest Hemingway’in “Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler” öyküsüne ithafen
Gün doğumunun hemen öncesiydi. İsli kış günlerindeydiler. Kadın, rüyası kayıp bir uykudan gözlerini gecenin zifiri karanlığına açtığında, sokak lambasının aydınlattığı hurma ağacıyla göz göze geldi. Dışarıda şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Rüzgâr, aklına gelen belirsiz bir şeyin peşinden gider gibi arada yavaşlıyor, ağacın dallarını olanca şiddetiyle sarsıyordu. Kadın, bir müddet hiç hurması kalmamış ağaca baktı. Yağmur başlamıştı. İri damlalar ağacın yapraklarını ıslatıyordu. Sabah ezanı da diğer seslere karışınca yanındaki adamı uyandırmamaya çalışarak yataktan kalktı. O sene kış uzun sürmüştü. Neredeyse üç karanlık kış geçmiş gibiydi. Terliklerini ayağına, sabahlığını üzerine geçirip ceplerini yokladı. Kâğıt orada duruyordu. Evdekiler kalkmadan kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa gitmek üzere doğruldu.
Odadan çıkınca kocasının portmantoya astığı ceketiyle göz göze geldi. Koridorda yürürken ceketten yayılan buram buram parfüm ve sigara kokusu burnuna çarptı. Bu, belki o sabah belki de üç ay önce olmuştu. Yolunun üzerindeki ceketi askıdan aldı, havalansın diye balkona çıkardı. Bu sefer ceplerine bakma ihtiyacı duymadı.
Mutfağa geçip akşamdan kalan bulaşığı yıkamak için musluğu açtı. Sıcak su gelene kadar bekledi. O sırada mutfak penceresinin çerçevesi içine yerleşmiş yüksek katlı binaların ışıklarının tek tük yanmaya başlamasını izledi. Sanattan anlayan birinin distopik bir tabloya bakar gibi baktığı tablonun içinden bir mendil boyu aydınlık bulmak için boşuna bekledi. Yumurtaları haşlamak üzere tavaya koyarken, üç hafta önce servise gönderdiği ekmek kızartma makinesini hala almadığını hatırladı. Sessizce mutfak masasına tabakları yerleştiriyordu ki içeri yarı uykulu giren kocasını farketti.
“Günaydın,” dedi adam.
“Günaydın. Yasemin’i uyandıramadım. Dün gece senin gelmeni beklemek istedi, çok geç yattı.”
Göz göze geldiler.
“Bir şey olmaz, okulda kahvaltı veriyorlar demiştin, uyusun biraz,” dedi adam gazeteye uzanarak.
Kadın, sofraya koyduğu tabaklardan üçüncüsünü kaldırarak, kocasına ekmeği uzattı.
“Kaç gün öncenin ekmeği bu karıcım? Fark etmedin mi? Bayat.”
Kadın durdu, acıklı ve yarım gülümsemeyle “Hayat gibi,” dedi.
“Hadi ama! Kafiyeyi şiirlere saklasak da bana kızarmış ekmek versen?” Bir yandan da saatine bakıyordu.
“Geçen gün söyledim ya sana, ekmek kızartma makinesi tamirde diye. Hani sigorta kısa devre yaptığında bozulmuştu, servise verdim. Konuşmuştuk.”
“Aklımdan çıkmış olmalı, çok fazla şeyle uğraşıyorum şu ara. Bu akşam da yemeğe yetişemeyebilirim, beklemeyin siz.”
“Bu akşam da yine yabancı misafirler mi?” derken eli sabahlığının cebindeki kâğıdı yokladı. Orada olmasa inanırdı belki ama duruyordu işte. Avucunda. Kıvrak ve cilveli el yazısından dökülmüş tutkulu satırlar.
Adam duymamış gibi ifadesiz gözlerle baktı.
“Şu elmalardan birini uzatır mısın?”
Kadın, oturduğu sandalyede, olanca kasvetiyle mutfağa çöken sabahın yavan kayıtsızlığı içinde kafasını kaldırıp elmalara baktı. Bir şey söyleyecekti, vazgeçti. Açık unutulan sokak lambalarının aydınlattığı ağacın ıslak yapraklarına çevirdi bakışlarını. Ardından adama dönerek;
“Sana verebileceğim hiçbir şey kalmamış gibi,” dedi.
“Bana verebileceğin hiçbir şey kalmamış gibi,” diye tekrarladı adam. Cümle boşlukta asılı kaldı. Ardından gözleri elma kasesine takıldı. “Bir elma verebilirsin mesela,” diye devam etti gülümseyerek.
“Belki de böyle olmalı, sen elmanı yemelisin. Ben de olacaklara bakmalıyım!” Hışımla kalktı kadın sofradan.
“Hadi ama bu sözler beni yoruyor, anlamı olmayan şeyleri konuşmasak?”
Kadın yuvarlak kâseyi adama doğru itti.
“Konuşmayalım evet. Hiç konuşmayalım. Kim bilir, konuşmadan da yaşanır belki.”
Adam kâseden kıpkırmızı bir elma seçip bıçağıyla keserken gözünü telefonundan ayırmadan “Hafta sonu günübirlik bir yerlere gidelim diyorum, hava güzel olacak. Yasemin’e de iyi gelir,” dedi.
“Hafta sonu için anneme sözüm vardı, sana bahsetmiştim. Hatta sormuştum bir şeyler yapacak mıyız diye, sen de şehir dışında olabilirim demiştin.”
“İptal oldu şehir dışı programı, o yüzden boş ver anneni.”
“Ama konuşmuştuk.”
“Başka gün gidersin, nasıl olsa çok boş vaktin var.”
Kadın çatalının altındaki zeytini bir o yana bir bu yana gezdirirken, elinde tuttuğu kahve fincanından son yudumu alıp kalktı. Mutfak lavabosunda fincanı yıkarken, buğulanan camın arasından hala bir ışık huzmesi görmeye çalışıyordu. Camın önündeki begonyalarla karşılaştı bakışları, sararmışlardı. Sulamamıştı onları ne zamandır.
“Peki nereye gideriz hafta sonu?” dedi adama çayını koyarken.
“Sen bak bakalım, birilerini de çağıralım. Biraz kendine gelirsin, temiz hava ruh haline de iyi gelir.”
“Ruh halim kötü mü sence?”
“Dalgın görünüyorsun bu aralar.”
“Müşteri yemeklerin ve hafta sonu programlarının arasında beni görebilmene sevindim,” dedi kadın, sabahlığının cebindeki kâğıttan güç alarak.
“Birkaç arkadaşınla buluşsan, biraz kendini oyalayacak bir şeyler bulsan?”
“Sorunun bende olduğunu mu düşünüyorsun?”
Adam, “Hadi ama, yine başlamayalım. Benim çıkmam lazım, hiç vaktim yok bunlara,” diyerek ceketini giydi.
Çıkarken karısına, “Spor nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Spor salonu için para bırakacaktın, kredi kartımın limiti yetmedi geçen gün,” dedi.
Dışarıda yağmur dinmişti. Adam kadına bakmadan konsola parayı bıraktı.
“Sporu ihmal etme, her şey daha iyi olacak, göreceksin,” diyerek göz kırptı ve çıktı.
Kadın arkasından sokak kapısını kapattı. Mutfağa döndü, sofradaki bayat ekmeği çöpe attı. Adamdan boşalan sandalyeye oturdu. Eli cebine gitti. Üç aydır oradaydı kâğıt. Masada duran yarısı yenmiş elmanın bıçağıyla oynama başladı. Birazdan kızını uyandırıp okula bırakacaktı.
Editör: Çisem Arslan
- Hiç Konuşmadan - 7 Mayıs 2023