Yazar: 00:00 Film İncelemesi, İnceleme, Sinema

56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden 10 Ödülle Dönen Bir Film: Bozkır

Zeki Demirkubuz Ali Özel’e en iyi yönetmen ödülünü takdim ederken şu konuşmayı yapmasaydı belki de bizler bu filmi bu kadar merak etmeyecektik.

“10 film izledik. Bir bölümünü kendimize hiç yakın hissetmedik. Bazılarına saygı duyduk. Bazılarını sevdik. Ama birine hayran olduk. Sinemanın devlet ve hükümet tarafından değişik yöntemlerle evcilleştirilip ehlileştirilmeye; muhalif olduğunu söyleyen bazı güruhlar tarafından ucuz eleştirinin, gündelik siyasetin nesnesi haline getirilmeye çalışıldığı, kısacası sanatın ve sinemanın tutanın elinde kaldığı, şu günlerde, bizlere yaşamın doğasını, geçmişi, geride bıraktıklarımızı, ölümü, mezarlıkları hatırlatan, bir parça olsun kendimize gelmemizi sağlayan, zamanın ruhunu hissettiren, hakikatin izini süren aşkın bir film izledik. Gözlerimiz yaşardı, boğazımız düğümlendi ve çok heyecanlandık. Öyle bir film ki, biraz daha sürse Çehov’un dediği gibi neredeyse neden yaşadığımızı anlayacaktık.”

Film çok tartışıldı ve uzun bir süre yankıları devam edecekmiş gibi görünüyor. Sinema eleştirmenleri tarafından beğenilmeyen, düşük yıldızlar verilen bir filmin toplam 10 ödülle festivalden dönmesi büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Bu festivale ve ödül törenlerine bir tepki miydi yoksa gerçekten bu film bütün ödülleri hak etti mi? Galiba bu soruların cevaplarını Zeki Demirkubuz ve diğer jüri üyeleri dışında bizler sadece yorum yapabiliriz.

Filmin konusuna gelecek olursak; film köylerine baraj kurulan Ahmet’in evini, köyünü tahliye etmemesinin sessiz ve ağır mücadelesini anlatıyor. Onu bir türlü ikna edemeyen yeğenleri çareyi oğlu Harun’u aramakta buluyorlar. Ahmet ile oğlu Harun arasında derin bir baba oğul çatışması vardır. Harun’un annesi trafik kazasında ölmüştür ve Harun bundan babasını sorumlu tutmaktadır. Aralarında küskünlük yıllarca sürmüş ve bu küskünlük bir örümcek ağı gibi zihinlerin en eski tozlu bölümünde asılı kalmıştır.

Filmdeki en önemli iki karakter baba (Ahmet) ile oğlu (Harun) canlandıran oyuncuların bu ilk oyunculuk deneyimleridir.  Baba karakteri yönetmenin öz babası Ahmet Özel’dir. Ağır hareketleri, cevap vermek istemediği zamandaki keskin bakışları, o acı ve nemle ıslanmış gözleri güzel bir oyunculuk örneğiydi ama diğer oyuncular için aynı yorumu maalesef yapamayacağım. Yer yer sanki ezberden konuşuyorlarmış izlenimine kapıldım.

Filme “taşrada baba oğul çatışması” gözüyle ya da Nuri Bilge Ceylan filmleriyle karşılaştırarak bakarsanız bu filmi beğenmeme ihtimaliniz oldukça yüksektir ama bu filmi bir “aidiyet” teması altında incelerseniz birçok detay gözünüze çarpacaktır. Öncelikle baraj için kesilen ağaçlardan başlayalım. Yeğenleri ağaç kesmek için kullanılan yeni sistemi büyük bir mutlulukla anlatmaktadır. Yeğeni: “Biz olsak üç günde kesemezdik hemen bitirdiler” deyip elindeki tomarla parayı saydıkça baba karakteri derin bir sessizliğe gömülür. Yeni nesil için önemli olan basit makineler gibi az işle daha çok para kazanmaktır. Oysaki baba karakteri köy boşaldıkça, ağaçlar kesildikçe giderek daha da sessizleşmektedir.

Harun’un annesinin mezarı evlerinin hemen önündedir. Babası sürekli mezarı kontrol etmekte ve kuşların su içmesi için yapılan oyuktaki yaprakları temizlemektedir. Harun’un ise tek derdi bir an önce mezarı taşıyıp eski hayatına geri dönmektir. Harun annesinin mezarını taşımak için kepçeyle derin bir çukur kazılması fikrini öne sürer. Babasını giderek artan bir hüzün kaplar. Onlara hayır diyecek gücü yoktur. Filmin sonunda beyaz kefeni dikmesiyle anlıyoruz ki söyleyecek sözü olmasa da hala ısrarcı bir aidiyet duygusu bulunmaktadır. Babasının sesi azaldıkça oğlunun sesi giderek yükselmektedir. Yoğun sessizliğin altında daha güçlü duygular babada cereyan etmektedir. Baba ve oğlun tek birleştiği nokta yeğenin yaptığı, barajda görünsün diye dikilen uzun boruyu tutmaktır.

Babanın gitmeden bir önceki gün bacadan damlayan yağmur sularının kovalarını boşaltması, Raziye’nin giderken kapıyı kilitlemeye çalışması bunlar hep o bahsettiğimiz “aidiyet” kavramının içini doldurmaktadır. Hayvancılık, tarım gibi doğa ile ilgili olan bu mesleklerin adeta bir fabrikaya dönüştüğü, sadece sermayenin göz önünde tutulduğu günümüzde bu film bize farklı bir pencereden bakmamızı sağlıyor.

Filmdeki en anlamlı repliklerden biri Harun ile kuzeni arasında geçiyor. Kuzeni “keşke iki tokat atsaydı da büyümeseydi böyle” diyor. Aile içi çatışmadaki bu derin küskünlüğün bir çözümü olarak görüyor. Zira anlatılamayan öfke babanın içinde bir kar topu gibi büyümeye devam ediyor ve sonunda baba sessizliği ile bu çığın altında kalıyor.

Son söz olarak film izlemeye ve üzerinde düşünmeye değer ama bu kadar ödülü hak etti mi derseniz işte ona kocaman bir hayır derim. Özellikle diğer filmlere, emeklere çok büyük bir haksızlık. Düşük bütçelerle müthiş işler yaratan yönetmenler de düşünülüp keşke ödül dağılımı ona göre yapılsaydı. Yine de yönetmenini ve babasını sevgiyle anıyor ve Zeki Demirkubuz’un sözlerine ithafen keşke neden yaşadığımızı anlamak bir film izlemek kadar kolay olabilseydi diyorum.

Sevgiler.

Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close