Karşı lokantanın yek pare, büyük camında kendini gördü, karnını içeri çekip duruşunu dikleştirdi. Sigara içişini, elinin kolunun hareketlerini güzelleştirdi kendince, yansımasını izledi. Arkası karanlık camda yok gibi görünen siyah gömleğini, siyah pantolonunu, siyah ayakkabılarını şimdi daha çok sevdi, yakıştırdı kendine. Böylelikle o kara, dumanlı, belli belirsiz şekillerin arasında aydınlık yüzü daha da belirginleşiyordu. Yüzünü severdi Yusuf. Gözlerini kısıp biraz daha baktı, övündü.
Rüzgar bir anda tozu toprağı kaldırıp yanağına vurunca dikkati dağıldı. Yüzünü çevirip gözlerini kıstı. Nefes almak istemedi, kendini tuttu. Geçtiğini anlayınca başını kaldırdı, parmaklarını köşesiz burnunun iki yanına koyup gözlerini temizlemek istedi ama elinin kirinden, ağzında tuttuğu sigaranın da dumanından gözleri yanıp yaşardı. Acıdan, sinirden dişlerini sıktı. Ellerini yumruk yapıp nihayet gözlerini temizledi. Güneş bulutların arkasında beyazdı. Uzun uzun bakılabilirdi, sönüktü. O sebeple bakmadı. Dikkatini çekmedi.
Lokantanın sağ yanında iki söğüt ağacı vardır, bunlar lokantadan, ayakkabıcı Şevki’den, berber Aziz’den, sokağın kendisinden de eskidir. Söğütlerin dibindeki hasır taburelere oturmak istedi Yusuf. Ellerini ceplerine sokup omuzlarını düşürdü. Lokantanın camından yine kendini izleyerek karşıya yürüdü. Ayağının ucuna denk gelen taşa hafifçe vurdu. Taş iki karış yükselip kara derisinde uyuz yaraları yoluk yoluk olmuş, burnu yerde, topal köpeğin karnına çarptı. Yusuf, iki inlemeden sonra sesi kesilen köpeğin koşuşunu izledi. Ağır, kalın sesli, yaşlı başlı bir vicdan sızısı geldi, göğsüne oturdu. İçi yandı, utandı. “Köpek bile topal!” dedi içinden. Keyfi büsbütün kaçtı. Böyle zamanlarda hep aklına gelen türküyü mırıldandı: “Gördüm iki kişi mezar eşiyor,
Gam, kasavet gelmiş boydan aşıyor…”
Yolun ortasında öylece boşluğa bakarken berber Aziz bağırdı: “Sırsa senin Yusuf, haydi!” Aziz’i başıyla onaylayıp berbere doğru yürüdü. Kapıya gelince başını eğip girdi. Dükkan zeminden iki basamak aşağıdaydı. Taş basamakların ortaları oyuk, cilalı gibi parlaktı. Yerdeki ıslak talaşa karışmış saç sakal artığını süpüren çocuğun kel başını okşayıp içeriye selam verdi. Birbirine karışan iki üç aleykümselam ve hoş geldin arasında, koyu yeşil, deriden koltuğa oturdu. Koca aynada kanlı gözlerini görünce eğilip yüzüne su vurdu. Aziz, Yusuf’un boynuna önlüğü iğnelerken aynadan doğru sordu: “Kaç sene oldu Yusuf?” Tam tahmin ettiği soruydu… “Okulu da bıraktı dediler.” diye ekledi Aziz. “Aslında ilk olarak bunu da sorabilirdi…” dedi içinden ve “Öyle oldu Aziz amca, siz nasılsınız?” diye cevaplayıp konuyu kapattı. Aziz, Yusuf’un çoktan unuttuğu isimlerin hastalıklarını, düğün ve cenazelerini, zenginleşip fakirleşmelerini, mucizevi eski zaman ahlakını gevelerken Yusuf, çırağın yere yenisini serdiği talaşa daldı. Kokusunu çok beğenerek, zevkle içine çekti. Talaş döküntüleri desenlere dönüşmeye başladığında çenesini kumanda eden iki elin arasında, aynada birden kendini gördü. Düşten çekilip alınmasına içerlemedi. Gözünün akı iyiydi şimdi. Yüzü soğuk suyla daha da canlanmıştı, övündü. “Yıkansın mı?” diye sorulduğunda, “Yok.” deyişine kadar hiç konuşmadı. “Borcum ne?” diye kısaca sordu, verip çıktı. Berber aynasında kendine pek bakmadıysa da lokantanın önünde bir iki saniye kendi bulutunu izledi.
Şimdi berberde ardından konuşulanları düşündü. O, oranın insanı için kayıptı. Çocukluğunda da böyle değil miydi? Sanki hiç mi belli etmemişti şimdiki kendini? “Kaç sene oldu Yusuf?”… Yüz elli sene olsa ne fark edecekti? “Yüz elli sene yaşamama şaşırmazsınız da yine onca zaman gelmediğime içerlersiniz.” diye homurdandı. “Hem bana neden zaman soruyorsun? Mutsuz görünen, sessiz birine zamandan ne sorulabilir? Sana geçmişin pişmanlığından, şimdinin çaresizliğinden, geleceğin korkutucu belirsizliğinden başka ne anlatabilir mutsuz biri? “ Aziz’in berberdeki, eski zaman ahlak dersini hatırladı. “Gazinodan konsomatris kaldırmaya çalışırken yediği dayaktan iki hafta bilinci kapanan Aziz amca…”
Yusuf, demir atölyesinin yanındaki dik merdivenin başına geldiğinde güneş bulutların ardından çıktı. Merdiven uçtan uca sarıya boyandı. Tepedeki mezarlığın dev çamları, hemen bitişiğindeki caminin, seyrelmiş sarı saçlara benzeyen kavaklığı, gecekonduları çevreleyen sık ağaçlar griden yeşile dönünce içi canlandı. “Esse keşke biraz. “ dedi konuşma sesiyle, yanında biri var gibi. Esti. Hava yükselip ağaçları yönlü yönsüz savurmaya başladı. Koca Zehra’nın merdivene açılan avlu kapısının önünde üç, dört kedi kuyruk sallayıp yalanıyordu. Hepsini tek tek süzdü, yüzü en güzel olanının alnını kaşıdı. Kedi gözlerini kısıp alnını uzatınca, Yusuf da kedinin başını avcunun içine alıp okşadı. Birbirlerinden razı gelip ayrıldılar.
Kahvecinin eski evi merdivenin ortalarında bir yere denk gelir. Beyaza boyalı avlu duvarının ardında, azgın çimenliğin ortasında, demir iskeleti pastan kararmış bir salıncak vardır. Bu salıncaktan başka kapı önlerinde yoktur. Kimseyi de sallanırken görmemiştir Yusuf. Evin kapısı önünde çömelmiş, yere serdiği örtüde bezelye ayıklayan kadını görünce durdu. Sağ dizini önündeki basamağa kaldırıp dinlenir numarası yaptı. Ellerini beline dayayıp doğruldu, derin nefes aldı. Kadını iki saniye süzüp başını indirdi. Aklında kalan görüntüyü düşündü tırmanmaya devam ederken. Göz kırpışıp işaretleştiklerini hayal etti. Başlayınca duramadı, kurdukça kurdu. Yusuf, kadınla bin farklı yerde, bin farklı senaryoda sevişti. Hiç bilmediği elbiseleri soydu, hiç görmediği çocuklardan saklandı, hiç tanımadığı kocayı kandırdı bin kez.
Tepeye varınca trafo kutusuna yaslanıp oturdu. Bir sigara daha yakmak istedi, ateşi yoktu. Belki yoldan geçen olur diye beklediyse de geçen olmadı. Kalkıp güneşi sırtına aldı, kalan son yokuşa vurdu. Sokaktan eve sapan patika yola girdiğinde terden sırılsıklamdı. Bu hoşuna gitti. Bilerek silmedi yüzündeki teri. Anahtarı çevirip kapıyı açınca, başka kapılardan, pencerelerden sesler geldi. Cereyan yüzüne ve vücuduna vurunca tüyleri ürperdi. Ayakkabılığın üzerinde çakmak görünce hemen sigara paketini arandı, bir tane yakıp gevşedi, eşiğe çöktü. Onca saat üzerine içtiği sigara başını döndürdü. Rahatlamış hissetti ama karnında bir yumruk son iki saattir büyüyordu. Hazırlığa başlamalıydı. Kalkıp içeri girdi, salonun ortasına pantolonunu, çorabını çıkarıp olduğu yerde bıraktı. Gömleğini balkonda çıkarıp silkeledi. Don atlet, iki yumurta kırıp yedikten sonra yıkandı. Çantasından beyaz bir gömlek çıkarıp ütüledi. İşi bitince de annesinden öğrendiği gibi kordonu ütünün etrafına sıkıca sarıp topladı. Sıradan ailelerin dikkat ettiği şeylere bu evde pek dikkat edilmiyordu, bu evde çok dikkat edilen şeylere de sıradan aileler dikkat etmezlerdi.
Uykusuzdu, duvardaki saate baktı. İki saat uyuyabilirdi. Yapacaklarını düşünürken saate biraz daha bakınca daha çok uykusu geldi. Uzandı, iki saniye sonra yan döndü, büzülüp dizlerini kendine çekti. Bezelye ayıklayan kadını düşündü, paslı salıncakta salladı onu. Battaniyesini kulaklarına kadar çekip gülümsedi. İçi ısındı. Dişlerini aklındaki bir şarkının ritminde birbirine vurarak uykuya daldı.
Uyandığında ayaktaydı, duvardaki saate bakıyordu. İki saat geçmişti. Yatmış mıydı? Battaniye kanepenin ucunda, katı bozulmamış duruyordu. Bu, bu sıralar oluyordu ara ara. “Normal… “diye sesli düşündü. Ağzından burnuna alkol kokusu geldi. Otobüste, 36 numaralı koltukta başlamıştı içmeye. Aziz’in dükkanına gelmeden lokantanın kapısını zorlamış, bir çorba içmek istemişti. Kapalıydı, içememişti. Merdivenin dibine gelmeden Erdal’dan bir yüzlük votka daha almıştı. Şişe neredeydi? Bitirmiş miydi? Hatırlamıyordu. Sarhoşluğunu tarttı, fark hissetmedi. Susamıştı. Mutfak lavabosuna gitti, avuçlarını doldurup içti. Başını musluğun altına tuttu. Kalkınca gözü karardı. Salona dönünce kanepedeki yastığın altında şişenin kapağını seçti gözü. Annesinden saklamak için de böyle yapardı. Odasından tuvalete çıkmadan şişeyi hep yastığın altına koyardı. Alıp göz hizasına kaldırdı, yarısı doluydu. Açıp dikti. Ilık votka yanaklarını, dilini yakmaya başlayınca biraz daha bekletti. Tek seferde yuttu. Şişeyi sehpaya koyup giyinmeye gitti. Ütü masasından gömleğini aldı, ilikledi. Çözdü sonra, bir düğme atlamıştı. Tekrar iliklemeden yerdeki pantolon yığınına uzandı. Ütüsü iyiydi, giyilebilir geldi. Gömleğini tekrar iliklerken pantolonun buruşuk olduğuna karar verdi, güldü. Kordonu çözüp prize taktı, kalkarken başının arkasını ütü masasına çarptı. Dişlerini sıkıp masanın üzerine yumruğunu indirdi. Masa öne arkaya devrilmeden olduğu yerde yere indi. Ütü de düştü, yeni ısınan su renksiz bir ıslık sesi çıkardı. Dolu bir yudum daha içmek için sehpaya gitti. Şişeyi eline alıp oturmadan saate baktı. Düğün başlayacaktı, az kalmıştı. İçti, sonra bir yudum daha içti, şişeye baktı. “Giyinip çıkana kadar biter. “ dedi konuşma sesiyle, yanında biri var gibi. Selim, “Gelin arabasını sen süreceksin kardeşim. “ demişti. Selim, Yusuf’un halini nereden bilecekti. Yusuf’un ne konuşması ne de yürüyüşü bozuluyordu içtiğinde. Giyindi, saçını ıslatıp taradı. Sevmedi, bozdu, bir daha taradı. Aynaya bakarken ışığı kapadı, yüzünü böyle izledi. Loş ışıkta daha yakışıklı göründü, övündü. Şişeyi bitirip çıktı, meydana yürüdü.
Sigara alırım diye girdi Erdal’ın büfesine, çıkamadı. Biliyordu çıkamayacağını, çıkmayı da istemedi. Rutubet lekeli gri duvarın dibine bir kola kasası koydu. Bira ve sigara istedi. Yirmi saniye sonra bir bira daha. İki tane de poşete alıp sahil yoluna indi. Düğün salonuna yürüdü. Kanatlı kapıya geldiğinde iki eliyle dayanıp açtı. Yüzüne çarpan sesten ayıldı. Bir kaç yüzü tanıyınca rahatsız olduysa da yanlarına ilerledi. Yer açtılar, oturdu. Masa altında fantaya votka döktüler. Tek dikişte içti. Tekrar doldurdular. Selim’i arandı. Gelin damat masasını buldu, kalkıp onlara doğru yürüdü. Yanlarına geldiğinde başıyla tebrik ederek eğildi, iki kez alkışladı hafifçe. Selim bağırdı: “Neredesin ulan! Hani gelin almaya gidecektik?” Yüzü gülüyordu Selim’in, Yusuf da gülümsedi. Affet der gibi iki elini göğsünde birleştirdi. “Neyse!” dedi Selim, “Bizi eve sen götüreceksin, söz verdin Yusuf!” Yine konuşmadan, başıyla kabul etti. “Sıvışırım o saate.” diye düşündü, güldü. Votkalı masaya geri dönerken adını duydu. Dönüp baktı, kimseyi seçemedi. Sağında solunda da arandı, bulamadı. Bu da bu aralar sık sık oluyordu. Kimseyi göremeyeceğini bilse de aranmak hoşuna gidiyordu. Kendini dışardan izliyor olsa hoşuna giderdi. Yusuf, delirenlerin en güzellerinden biriydi; büyük mutluluklarla büyük hayal kırıklıkları arasındaki uzun ve boş vadide sonsuz hareket imkanı bulmuş, kendini kaybetmişti. Masaya gelir gelmez eline bir bardak tutuşturdular. Boşaldı, yenisi, yenisi derken kendini salonun merdivenlerinden inmeye çalışırken buldu. Üzerinde durmadı, sakince indi. Elindeki anahtarı hissetti, araba anahtarıydı. Fiyonklar içindeki araba park yerindeydi. Arkasından gelen sesleri dinledi, kalabalıktı. Selim, karısı kolunda geldi, eliyle Yusuf’a hadi dedi. Eğilip kapıyı açtı Yusuf genç çifte, gülümsüyordu. Öne geçip koltuğuna oturdu, vitesi kontrol etti, debriyaja basıp kontağı çevirdi, gaza bastı. Motor alışır alışmaz kornaya basmaya başladı. Farları açınca konsol ve göstergeler de aydınlandı. Gaza bastıkça inip kalkan devir saatine baktı, yolu düşündü. Sahil yolundan gidip deniz havası aldıracaktı, kendi de çok severdi. Sonra dik rampadan garnizona tırmanacaktı. Oradan mahalleye, Selim’in evine… Bunları düşünürken devir saatine daha çok baktı, sarı ışık içini ısıttı. El frenini indirip korna çala çala kalktı, farları yakıp söndürerek gözden uzaklaştı. Kornası inceden kalına doğru yavaşça düşüp söndü. Deniz solunda, camı sonuna kadar açıktı. Yarım açılan camları hiç sevmezdi. Selim, arka koltukta karısına bir şeyler fısıldıyor, kadın da ağzını kapatıp kıkırdıyordu. Selim’den ter akıyordu, gömleği ıslaktı. Kendi gömleği daha iyiydi. Yolu aydınlatan Y direklerin altından geçerken ön kaputta uzayıp kısalan gölgeler ve ışık topları hoşuna gitti, onları daha hızlı hareket ettirmek istedi, gaza bastı. Yol ışıkları kadife gibi yumuşadı. Tüm hareketler pürüzsüzleşti, şekiller ışıklı çizgilere dönüşüp uzadı. İçi ısındı, gülümsedi. Direksiyona eğildi, kafasını ön cama doğru uzattı. Bunları yaptığının farkında değildi. Tam bu hızda ama arabasız gitmek istiyordu. Süzüldüğünü hayal etti, gaza bastı. İki koca far belirdi birden burnunun ucunda, çok hızlı yaklaşıp büyüdüler. Çarpışma burundan başladığında kırılan metalin sesini duydu. Artık eti sıkışacakken “Yeter!” diye haykırdı. Gözünü açtığında devir saatine bakıyordu, düğün salonunun önündeydi. “Yeter. “ dedi konuşma sesiyle. Arabadan inip uzaklaştı. Lokantanın camında kendini gördü. Gömleğini sevmedi, yüzünden daha aydınlıktı. Eline bir taş alıp kendine atıp çizgileri sildi.