Yaz tatili olayını buraya gelerek geçiştiririm, diye düşündüm. Ne yapacaktım başka, nereye gidecektim? Annemlerin yanına gitsem kafam daha yorgun dönerim. Tatile çıkacak birinin neşesinden yoksun gözüktüğümden, ofistekiler de planlarını sessiz sedasız yapıverdi. En iyisi; aklımda sonbaharın sakinliğiyle yer etmiş, uzak akrabanın yanıdır, dedim. Uzaktır ama akrabadır sonuçta. Akraba oluşunun verdiği itimat vardır. Bir o kadar da mesafelidir.
Buraya son gelişimde nasıl da sakindi her yer. İnsansızdı. Hayret etmiştim. “Eee bu aylarda böyle buralar,” demişlerdi. Ben de herhalde içten içe kendime en yakışan tatilin aksi olamayacağını düşünüp sevinç duymuşumdur. Ne doğru bir tarihmiş. Şimdi anlıyorum. Duyduğum sevinçte de haklıymışım. Değişen mevsimle beraber insanlar da şekilleniyor sanırım. Sonbaharın sakinliğiyle yaz vaktinin vıcıklığına bir diyebilir miyiz? Hafif esen serin rüzgârla, güneşin yakıcı sıcağı başka dokunur elbet.
O zaman da bunca konuşur muydu? Ya da düşündüğüm gibi mevsim geçişleriyle mi şekilleniyor insan? Mutfak serinliğinde oturuyoruz. Klimanın soğuğu alnıma vuruyor. Arada pencereden dışarıyı gözlüyorum. Gelip geçenden anlıyorum; yanıyor her yer. Sigarasını çay bardağının tabağında ezince doğruldum; dinlemeye koyuldum.
“Kızım, benimki donunu bile ütülü giyer. Hele çocuklar… Bir de derler ki yata yata büyürler. Sabahın köründe kalkar biri, kuduracak ya, hiç vakit kaybetmesin. Öbürü koca dana oldu, gördün işte. Onun uyanır uyanmaz afrası tafrası yeter bu eve. Belli kime çektikleri… Aman valla… Ne diyeyim…”
“Sen de haklısın. İşin zor,” deyiverdim.
Bunu ciddiyetle söylemedim, hafif bir tebessümle hallettim. Tebessümün konuyu biraz olsun yumuşatacağını düşündüm. Sanırım istediği bu değildi. Cebindeki kumandayı çıkarıp sabahın köründe ağlaşan bir sıra dolu kadının sesini yükseltti; sonra da gerisin geri kumandayı yerine koyup ayaklandı.
“Kahve yapıyorum. Sade içerdin değil mi?”
“Evet.”
Evet dedim ama bir yol bulsam şu masanın gerisinden kaçacağım. Daha ilk günüm, hemen umutsuzluğa düşmemem gerek. Sakinliği yakalarım elbet. Kahvemi içeyim, sonra denize inerim. Olmadı iyice bir yürürüm. Ter atarım.
“Sen anlat azıcık. Nasıl gidiyor iş? Aşk meşk var mı? İyi ettin de geldin ama ya. Bize de iyi oldu.”
Hadi bakalım cevap ver. İyi mi ettim geldiğime. Ne diyeceğime karar veremez halde, “İşin yoğunluğundan pek bir şeye vakit kalmıyor,” dedim.
Güzel ve idareli bir cevap oldu. Fakat onu idare edecek, cümlelerini kısaltacak bir yanıt veremeyeceğimi anladım.
“Kızım, boş ver zaten, bak ne güzel kurdun düzenini bir başına. Kocaymış, çocukmuş gerek yok, yaşa yaşayabildiğin kadar. Ne kadar geç, o kadar iyi,” dedi.
Cümle sonunda kendini dâhi gibi hissetmişe benziyordu. Fincanları masaya koyup sandalyesine çöktü. Üzerimdeki ağırlık gözlerime taşındı; istemsizce kısılıyor. Görüyorum; ağzı oynuyor, anlatıyor, konuşacak konusu bitmiyor. Kulağımın onda olduğunu gösteren yüz ifademi sabitleyip düşünüyorum da imrenmediğimi söyleyemem. Anlattıkça rahatlamışa benziyor. Ne konuştuğunun önemi var mı? Ya da karşısında oturup onu dinlediğini kanıtlamaya çalışan birinin bu hikâyede yeri ne? Hissettiğimi dışa dökmeden önce, eleye eleye cümle bırakmadım. Ne kendime ne bir başkasına doyasıya konuşamadım.
Televizyonda ağlaşanların sesini bastırmayı beceriyor. Anlattıklarından çok yüzünün aldığı şekillere bakıyorum. İnce kaşları da konuşuyor; alın çizgileri iyice belirginleşti. Dalıp gitmemeye özen gösteriyorum. Sunucunun reklama geçtiğini belirten anonsla beraber fincanını hızlıca tabağına oturttu. İrkildim. Gözüyle televizyonu işaret etti. “Ne hayatlar var görüyor musun?” dedi. Kendine böyle telkin ediyor olmalı. Şükretmeyip ne yapacağız diye içten içe söyleniyordur. Yüzünü bana doğrulttu bu sefer. Elini kolumun üzerine koydu. Üst üste sakince sıvazlayarak hafifçe boynunu büküp “Pek bir durgun bakıyorsun, hayırdır, sıkıntın mı var?” dedi.
Bakışlarımdan dem vuracak tabii, muhabbetimin noksanlığından söz edecek değil ya.
“Hiç,” dedim.
“Hiç, yol uzundu, atamadım henüz yorgunluğu.”
- İlk Gün - 4 Aralık 2020
- Yol Yorgunu - 4 Haziran 2020