Alacakaranlığın içinde biri öksürüyor. Çok içten, çok mütevekkil, çok hastalıklı öksürüyor. “Ciğerler gitmiş” diyor babam usulca. Annem, komşular duyacak diye telaşlanıyor. Onlar bilmiyorlar mıdır bu öksürüklerin ne anlama geldiğini? Bilmek mi bilmemek mi daha kötü? Bilmiyorum. Çay içiyoruz. Bisküvi bandırıyorum limon attığım çayıma. Bir öksürük sesi daha duyuluyor. Daha şiddetli, daha içten. Bisküvi eriyor, yok olup gidiyor çayın içinde.
Yazları sıcak ve yağışlı, kışları soğuk ve yağışlı olan bir iklimdeyim. Mevsim yaz. Çatı katındaki odamın küçük penceresi gökyüzüne bakıyor. Bazen bulutlar, bazen güneş. Kısa sandığımız uzun gecelerde bazen ayı görebiliyorum. Dışarıdan hanımeli kokusuyla karışık ağustos böceği sesi geliyor. Bir köpek uluyor. Bir yıldız kayıp gidiyor.
Derinleşiyor zaman. Bütün o derinleşen zamanın içinden sıyrılıyorum. Yok oluyor zaman. Ben Knut Hamsun okuyorum. Elimden neredeyse hiç düşmüyor son günlerde. Sarı bir ampulün altından kuzey ışıklarını seyrediyorum. Orada olmayı diliyorum. Sıcaktan, yağmurdan, çaydan, kokulardan vazgeçiyorum. Köpek susuyor. Böcekler de. Herkes ve her şey susuyor sanki. Ani bir ses, bir gürültü bekliyorum. Çünkü hep öyle olur. Bu defa olmuyor.
Serinleyen havayı çekiyorum içime. Penceremi kapatmam gerektiğini söylüyor annem. İçimde konuşuyor sanki. Ben yine de dinliyorum onu. Balıkçıların, köylülerin bir de çok merak ettiğim kültürlerin olduğu kitabı koyuyorum çekmeceye. Sessizlik gittikçe çekilmez oluyor. Geç uyumayı belki de bu yüzden sevemiyorum. Yalnız başına ölmek gibi. Sessizlikte uyumak. Evlerin pencerelerine bakıyorum. Hepsi karanlık. Biri yansa. Uyuyacağım. Öyle hissediyorum. Tam penceremi kapatacakken yanıyor komşunun lambası. Çocukça seviniyorum. Zamansız bir uykuya dalacağımı sanıyorum. Komşunun penceresi hızla açılıyor. Gecenin sessizliği yırtılıyor en üst perdeden. Bir öksürük, iki öksürük, üç hırıltı, dört çığlık. Geri atıyorum kendimi. Üşüyorum. Uyku, yok olup gidiyor. Baykuş ötüyor, bütün evlerin ışıkları yanıyor. Sokak, baştan sona mavi kırmızı renkli sirenle aydınlanıyor. Okuduğum kitaptaki gibi. Dans eden ışıklar. Kuzey ışıkları yok olup gidiyor. Bütün sesler susuyor, uzaklaşıyor. Karanlık kalıyor geriye.
Gece, gittikçe küçülüyor. Herkes rahat yataklarına geri dönüyor. Herkes uyuyor mu bilmiyorum. Ben annemin söylenmelerine inat söndürmüyorum ışığı. Pencerenin kenarında öylece oturuyorum. Uyumuyorum. İki tane sivrisinek geçiyor gözlerimin önünden. Her gece büyük bir zevkle vurduğum sivrisinekler. Bazılarının duvardaki izleri hala duruyor. Elimle kovalıyorum, gitmiyorlar. Yine de kalkmıyorum yerimden. Gün ağarıyor. Sesler çoğalıyor. Uyumuyorum. İnsanlar uyanıyor. Uyanıyor her şey. Bekliyorum. Bir tek ben bekliyorum. Ne beklediğimi bilmiyorum.
Bir taksi duruyor karşı evin kapısında. Sokak hareketleniyor birden. Pusuda bekleyen neferler gibi herkes koşuyor o tarafa. Taksinin kapıları açılıyor. Koluna giriliyor komşu Fatma teyzenin. Elinde kolonya olan biri geliyor yanına. Annem. Bileklerini ovalıyorlar bir taraftan. Bu kadar kalabalık bana bile fazla geliyor. Çekiliyorum pencereden usulca. Utanıyorum kendimden. Küçülüyorum. Odanın içinde telaşla geziniyorum. Ne yapılır, ne denir, şimdi ne olacak? Hep bunları düşünüyorum. Taksi hırıltılar çıkararak uzaklaşıyor. Kapı sesi duyuyorum. Fatma teyze evine yalnız giriyor. Kalabalık ama yalnız. Evin içinden kırk yıllık bir ah yükseliyor. Benim küçücük odamın içine düşüyor. Sonra o da yok oluyor.
Annem kahvaltı hazırlıyor. Bardak sesleri, çaydanlıkta kaynayan suyun şakırtısı. Gecenin ve gündüzlerin mevsimi yoktur. Uzunu ve kısası vardır. Uzun bir gün daha başlıyor. Yutamadığım lokmaları tabağa diziyorum. Hiç kimse konuşmuyor. Böylesi daha iyi diyorum içimden. Kolonyasından avucuna döküp boyunlarına sürüyor annem. Karşı komşunun evine doğru bakıyor. Babamla biz de bakıyoruz. “Ciğerleri bitmiş adamcağızın” deyip hızla masayı toplamaya koyuluyor. Bitmiş. Yok olup gitmiş. Her şey gibi.
- Olağan Bir Akışın İçinde - 20 Aralık 2020
- Yok Olup Giden Her Şey - 29 Kasım 2020