Deniz kabardıkça teknenin burnu havalanıyor. Aklıma çocukluk hayalimi getiriyor.
Küçükken köyü çevreleyen yamaçlara sırtımı yaslardım. Ayaklarımı yerden kesecek bir işi düşlerdim. Gökyüzünü izlerdim. Keskin çığlıklarla sert manevralar yapan kara kartal favorimdi. Kanatlarını öyle bir açardı ki tüm vadi onun sanırdınız. Gücünü gökten alırdı. İstediği her şeyi yapabilmeye muktedirdi. Süzülerek uçan leylekler, açgözlü martılar, minik serçeler… Her birinin sesleri birbirine karışırdı ama kartalın bir ıslığı yeterdi. Hepsi hazır ola geçerdi. Kartal yamaçların kralıydı, kimse onu buradan götüremezdi. Ben de uçabilsem ya, diye çok düşünmüştüm o zamanlar. Uçsam kral olabilirdim. Buradan hiç gitmezdim. Babam da hazır olda dururdu. Kuracağım her hayalin yarım kalacağını bilmiyordum. Pilot olurum diyordum, koca demirden kuşun sırtındaki Nils Holgersson’dum.
İlkokulu bitirdiğim yazdı. Doğup büyüdüğüm, kök saldığım diyarları terk ediyorduk. Taşı toprağı altın dedikleri bir yerden bahsediyorlardı. Dinlemiyordum. Gitmek istemiyordum. Bir yabani ottum ben. Meskenim kırlardı. Başka yerde kururdum. Hem annem buradaydı. Bir avuç topraktı, bir soğuk taştı ama annemdi. Dinlemediler.
Daha fazla kürek çekemeyeceğim. Gözlerim kararıyor. Göremiyorum. Binaların gökyüzünü kapladığı koca şehirde kuşları da göremiyordum. Sabahın erken saatlerinde ya da güneş battığında seslerini duyuyordum sadece. Zaten bir tek martılar vardı… Uçabilenleri göremedikçe uçma isteğim de azalmıştı. Artık tutunma çabasındaydım. Demir kuş yamaçlara çarpmıştı, kara kutusu bulunamıyordu. Kartal uzaklardaydı. Elimde bir tek deniz kalmıştı. Onunla da ilişkim kenarında oturup ufuklara bakmaktan ileri gidemiyordu. “Denizci babanın denizci oğlu olur,” diyordu babam güneş yanığı omuzlarını sallayarak. Annesi onu suya doğurmuş, altıncı duyusu suymuş gibi davranırdı. O günün hava durumunu, göçmen kuşların ne zaman döneceğini, yazın kurak mı yağışlı mı geçeceğini denize bakarak anlardı. Aralarında bir türlü çözemediğim özel bir dil vardı. Orada bana yer yoktu ama yine de çabalamıştım. Adını denizden sonra en çok sevdiği takımından alan, limanın dışı siyah içi beyaz boyalı tek teknesi Karakartal’la açılmış, balık tutmayı bile denemiştim. Fakat her defasında tutan sadece midem oluyordu. Babamı utandırmak istemiyordum, onun gibi geniş omuzlarım olsun, yanık tenim güneşin altında elmas gibi parlasın da istiyordum ama olmuyordu. Dalgalar teknenin bordasına vurdukça başım dönüyor, midem bulanıyordu. Liseye geçtiğimde babam benden ümidini kesmişti. Ben de havadan, karadan sonra denizden de olmuştum.
Akıntıda sürükleniyorum. Ne olursa olsun artık. Nasılsa kalsam da boğulacaktım. Evimizin renksiz, sıvasız, dip dibe binalarla dolu caddesi de beni her gün boğuluyordu. Nefes almanın tek yolu caddenin sonunda denize açılan meydandı. Meydandan sola dönünce yüz yüz elli metre yürüyüp sadece manzarasını sevdiğim okuluma gelirdim. O manzara içimde yaşamaya değer hisler uyandırırdı. Cam kenarı en arka sırada otururdum. Sivilcelerim ile başım dertteydi, çelimsiz kara kuru bir oğlandım. Pek arkadaş edinememiştim. Yalnız geldim yalnız giderim. Sonra edebiyat öğretmeni o ödevi vermişti. İnsan ve doğa konulu şiir yazılacaktı. O an camdan dışarı bakmıştım, gökyüzü beni çağırıyordu. Martıların arasında görünmez bir kartal sessizce çığlık attı.
Yazmak bana yeni bir pencere açmıştı. Filiz verdiğimi hissediyordum, geride bıraktıklarım içimde canlanıyordu. Kalemi aldığımda sırtımı o yamaçlara yaslıyordum. Yine gökyüzünü izliyordum. Kartalın kanadı oluveriyordum. Benden ümidi kesen babam bir de şiir yazdığımı görünce küplere binmişti. Benden bir baltaya sap olmazdı. Tornacıya çırak verilmem bu sebeptendir. Babam,“Eti de kemiği de senindir usta,” demiş ustam da bu imtiyazı sonuna dek kullanmıştı. Her Allah’ın günü metal tabakaları işliyorduk. Tezgâhtan çıkan dişlilerin beni ne zaman yiyeceğini düşünüyordum. Yazmaya devam ediyordum. Biraz da para biriktirmiştim. Niyetim edebiyat okumaktı. Tabii ki bu hayal de yarım kalacaktı.
Üniversite başvurularının başladığı hafta balıktan dönerken yığılıvermişti babam sokak ortasında. Geniş omuzları sanki ufacık kalmış, dağ gibi adam kar gibi erimişti. Kalp krizi dediler. Babamı gömdük. Tornacıda kalfa oldum. Sonra usta. Artık kuş seslerini aramıyordum, dükkânım vardı. Kurtardı kendini diyorlardı. Boğuluyordum. Çıkış yolu yoktu. O gün tezgâhı kapadığımda onun sesini duyana dek. Bir anlığına çocukluğuma gittim. Aynı keskin ıslık, aynı uzun tek çığlık… Yamaçtaydım. Gökyüzüne bakıyordum. Onu izliyordum. Kartalı. Hızlıca dükkânı kilitledim, çıktım. Ses derinden ama kesintisizce geliyordu. Sahile kadar gittim. Gökleri taradım. Yoktu. Karakartal’ı gördüm. Balıkhanenin köşesinde usul usul sallanıyordu. Bordası griye dönmüş, adı silinmişti. Babamın dostları ilgileniyorlardı kaç yıldır. Varlığını bile unutmuştum. Onu görünce sesi unuttum ama ses beni unutmadı. Ertesi gün aynı keskin çığlık beni yine sahile çağırdı, sonraki gün yine. Aklım bana oyun oynuyordu. Kartal ıslık çalıyordu, toprağına gel diyordu. Sert bir dönüşle avına yaklaşıyordu. Av bendim.
Biraz ekmek biraz peynirle tekneye bineli ne kadar oldu? Bütün balıkçılar, “Mümkün değil tekneyle memlekete gidemezsin,” demişti. Gidecektim, gidemeyeceğimi bile bile gidecektim. Çünkü kartal her gün beni çağırıyordu. Beynimin içinde sesi yankılanıyordu. Yabani bir ottum, kuruyordum. Köklerim toprağına tutunacaktı. Göğümü özlemiştim, yamaçları… Ağzımdaki metal tadı gitsin istiyordum.
Deniz giderek kabarıyor. Güneş battı batacak. Midem bulanıyor. Kartalın sesi gelmez oldu. Var mıydı ki o kartal? Kral kartal… N’olurdu ben de kral olabilseydim… Etraftan pis bir koku geliyor. Leş kokusu… Ben daha ölmediysem ölen kim? Tekneye bir şey çarpıyor. Eğilip bakıyorum. O. Gözleri oyulmuş kartal leşi. Kanadına binip uçacaktım… Uçamadım. Bunda da yarım kaldım. Dalgalar ne kadar büyük. Koku dayanılmaz. Kara çok uzak.
Editör: Ekin Köklü
- Yarıda Kalan - 27 Mart 2025