Sokağın ortasında bir süre durup cebinden çıkardığı bozuklukları evire çevire saymaya çalıştı. Üzerindeki sayılar silinmiş gibi terli parmaklarından geçerken anlamsız birer metal parçalarına dönüşmüşlerdi. Diğer cebindeki sarma sigarasından alıp yaktı. Dumanını boşluğa bırakırken çevresine bakındı. Sokağın iki yanı, tekdüze, yorgun binalarla çevriliydi. Aç olan karnı ile ruhu arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Ya yiyecek ya da bir şişe şarap alacaktı. Hızlıca caddenin sonundaki dükkâna girdi. Elindekilerin toplamı kadar bir şişeyi kaptı. Elindeki tüm paraları tezgâha bırakıp çıktı.
Birkaç apartmanı geçip rengini yitirmiş, yer yer çatlaklar, dökülmüş sıvalar ve çökmeye yüz tutmuş balkonlarıyla apartmanına geldi. Apartmanın sakinleri de benzer eskimişliğe sahip, yaşlı, kendi hallerinde, sessiz insanlardı. İkinci kattaki iki odalı dairesine girdi. Birine yatak, masa ve sandalye koymuş, duvarına vaktiyle çöpün kenarında görüp aldığı, çerçevesi hasarlı ancak baskısı kaliteli, Şişkin tablosunu asmıştı. Resimdeki ruhu gibi yaşlanmış ağaçlar arasındaki figürü, yıkıma uğramış ancak güçlü duruşuyla kendine benzetiyordu. Ressamın onun hayalini resmettiğini düşünüp saatlerce izlediği oluyordu tabloyu. Masada, yarısı kırık bir ayna, küllük olarak kullanılan boş bir şişe ile kırmızı, kurumuş lekelerle dolu bir bardak duruyordu. Sayısı sürekli artan boş şişeler, duvar dibine dizilmiş, odanın başka bir gerçeğiydi.
Giysilerini yarın tekrar giymek üzere özenle çıkarıp duvardaki çiviye astı. Odadaki yoğun rutubet, sigara, alkol ve unutmayı istemeyeceği anılarının karıştığı ağır kokuyu dağıtmak için pencereyi araladı. Masaya geçip bir sigara daha yaktı. Bardağın içindeki tozları üfleyerek dağıttıktan sonra şarap doldurdu. Bir şarap bir nefes. Bir nefes bir şarap. Aklında zamanın tik tak eden hayali bir saati vardı. Her tik tak sesi, her yudum, düşüncelerini biraz daha derinleştiriyor, geçmişin bir gölgeye dönüşen hayaliyle anın yalnızlığını birleştiriyordu.
Gün geceye dönmüştü. Şehir kararmış, gökyüzünü ayın solgun ışığı aydınlatıyordu. Gözlerini kaldırıp pencereden dışarı baktı. Şehir zifiri karanlıktı. Ay, şehri aydınlatmaya yetmiyordu. Gördüğü tek şey kafasında dönüp duran anıların gölgesi, duyduğu tek ses onlara eşlik eden tik tak sesiydi. Onlarla konuşuyor bazen anlamsız mimikler yapıyor, arada hiddetle hepsini susturmaya çalışıyordu. Bardağı yeniden ağzına götürüyordu ki boşaldığını görüp şişeye uzandı. Hafifçe sallanan bedeniyle şişeyi kavrayıp bardağa doğru eğdi. Düşen damlaya güldü. O ana kadar anlamlı tek mimiği bu gülücüktü. Tatlı bir baş dönmesinin kontrolsüzlüğüyle yatağa bıraktı kendini. Sesleri giderek uzaklaşıp alçalan düşüncelerini geride bıraktı, geceye teslim oldu.
Uyandığında tuhaf bir duygu içinde gözleriyle etrafı yokladı. Fırladı yataktan. Koyu gri, boş duvarları, rutubet kokusunun yerini alan paslanmış demir kokusu, olmayan penceresi, kaybolan giysileri ile burası onun odası değildi. Duvarlara dokundu. Soğuktu. Kırık aynasına baktı. Yüzü daha uzun, daha kemikli birini görünce irkilerek dışarı çıktı. Tanımadığı bir koridorda anlaşılması güç uğultuları duyarak ilerledi. Köşeye geldiğinde bir adam gördü. Sırtı dönüktü. “Siz kimsiniz, neredeyim ben?” diye sordu.
Cevabı bile beklemeden koridorda oradan oraya koştururken gözleri panikle etrafı taradı. Karşısına çıkan solgun ışıklı pencerenin önüne geldi. Dışarı baktı. Gördüğü hiçbir şeyi tanımıyordu. Ne evleri ne caddeleri ne de gökyüzünü. İnsanlar… En kötüsü de buydu, insanların yüzü yoktu. Pürüzsüz, dümdüz bir tenden ibarettiler. Yüzü olmayan bir kalabalık usulca ve sürekli yürüyordu. Yönsüz, amaçsız…
Cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Kalbi bir kez daha duracak gibi oldu. Tanımadı. Onun da yüzü yoktu. Dehşetle olanları anlamaya çalışırken omuzunda bir el hissetti. Döndü. Az önce koridorda gördüğü adamı tebessümle karşısında dururken buldu.
“Sizi bekliyorduk, artık buradasınız. Hoş geldiniz.”
Adamın sesi her şeyi susturdu. O anda gerçekliğin bambaşka bir tanımı var gibiydi. Geri dönülmez bir eşikten geçtiğini anladı. Beynindeki korku ve karmaşanın arasında, adamda tanıdık bir şeyler hissetti. Ama nereden? Sesinde bir sıcaklık, kelimelerinin altındaysa bir tehdit vardı sanki. “Sizi bekliyorduk” demişti. Bunu daha önce de duymuştu. Bir başka yerde, bir başka zamanda.
“Ben… Buraya ait değilim.” dedi fısıltıyla. Adam başını eğip hüzünle gülümsedi.
“Bunu hep söylersin. Herkes söyler. Ama sonra geri dönersin, dönerler.”
İlk değildi demek. Bu dünya, bu yüzsüz kalabalık… Daha önce de olmuştu. Adam her defasında aynı cümleyle karşılıyordu onu. Ellerini yüzüne götürdü. Olmayan yüzünü yoklayıp zihninde canlandırmaya çalıştı. Bir çocuk sesi geldi uzaktan.
“Ben iyiyim, sadece biraz yalnızım.”
Tam dönüp o çocuğa cevap verecekti ki adam yeniden konuşmaya başladı:
“İlhan Bey, beni duyabiliyor musunuz? Bugün biraz daha derine gittiniz. Ama iyisiniz, buradasınız. Bakın, elimi tutun.”
Adamın elini tutarken etrafa bakındı. Dört beyaz duvar. Metal bir yatak. Parmaklıklı bir pencere. Masanın üzerinde ilaç kutuları vardı. Kapının ağzında bir güvenlik görevlisi duruyordu.
Yavaşça doğruldu. Masada sarma sigarasını, duvarda Şişkin tablosunu, yerde boş şişeleri aradı. Hiçbiri yoktu. Pencereye gidip dışarı baktı. Bahçede birkaç insan gördü. Onların yüzü vardı. Kimi oturuyor, kimi konuşuyordu. Pencerenin camında yüzünü gördü. Tekrar odanın içine dönüp, beyaz önlüklü adama bakarak bir kahkaha attı.
“Neyse ki hâlâ buradayım.”
Editör: Ekin Köklü