Yazar: 19:27 Öykü

Umut

Saydım, tam otuz yedi gün kimsecikler uğramadı bana. İstasyon amiri bile ancak üç gün önce gelebildi. Beklenmeyen bir kar fırtınasının hayatı böylesine durdurabileceğini, yalnızlığın ötesinde ıssızlık olduğunu bilmezdim. Benim gibi Antepliler de unutmayacak 1968 kışını. Kar mantosunu bu kadar uzun süre giymeye, hele onun altında ezilmeye alışık değillerdi. Şimdi salonumda, bana verdiği mutluluktan habersiz bir avuç insan var.

Köşede sigara içen yaşlı Mehmet Usta en bildiğim. Oğlu, vaktiyle Almanların yaptığı, benim de bir durağı olduğum Bağdat ekspresiyle sınırı geçer, aldığı malları satar. En son Adana’ya gittiydi kırk gün önce. Yanındaki iki kişiyi tanımıyorum. Akrabaları olsa gerek. Duvar dibindeki bankta oturanlar, istasyon amirinin teyze oğluyla karısıymış. Nizip’ten hafta sonu için gelip mahsur kalmışlar misafirlikte. Kışın bir daha burunlarını dışarı çıkarmazlar herhalde, yaşadıkları onca zorluktan sonra. Liseli genci Doktor Bey göndermiş trenle gelip ilaçları alsın diye. Mahalleden tanır kendisini. Başörtülü, örgü ören kadın Saliha Hanım, askerden gelecek küçük oğlunu bekliyor. Tezkereyi aldı da evine dönemedi delikanlı. Onun karşısında oturan genç kadın Emine. En son sonbaharda öğretmen olan kocasını yolcu etmişti. Şimdikinden daha toplu ve aydınlıktı yüzü. Elinde bir küçük defter, yarıya inmiş sarı bir kurşun kalem, durmadan bir şeyler yazıyor. Bir göz attım, borç listesi gibi geldi bana. Sabah ilk gelen oydu. Saatlerdir burada. Bir kere dışarı çıkıp peronda ileri geri yürüdü. Biletçiye gidip treni sordu. “Telgraf bugün gelecek diyor, saati bilemem.” yanıtını alınca gölgelendi gözleri. Gelip yine banka oturdu.

Saliha Hanım, geldiğinden beri sohbet etmeye çalışıyor Emine’yle. Kendi oğlunu anlattı, sorular sordu. Ama kısa yanıtlardan başka bir laf alamadı ağzından. İnsana hasret kalan Saliha’nın aksine hiç konuşmak istemiyordu belli ki.  Yine de uzaklara dalan o kahverengi gözlere, otuzuna varmamış olan o bedenden -gençliğine tezat- dışarı sızan yorgunluğa kayıtsız kalamıyor, arada bir iki kelime etmeden duramıyordu. Verdiği nefesle dışarı çıkamayan bir şeyler vardı içinde Emine’nin.

O sırada kapı açıldı. On altı yaşında genç bir kız, sarıp sarmalanmış, gözlerinden başka yeri görünmeyen küçük bir oğlanla içeri girdi. Paltolarına tutunmuş kar taneleri eriyiverdi. “Anne!” diye bağırarak Emine’nin boynuna atladı çocuk. Oğluna sarılırken şaşkın bakışlarını genç kıza çevirdi.

“Hayırdır bu soğukta ne işiniz var burada Hatice? Neden dışarı çıkardın Yusuf’u?”

“Bu soğuk sayılmaz artık yenge,” dedi genç kız gülerek ve devam etti, “durmadı. Duymuş abimi beklemeye gara geldiğini. ‘Beni de götür,’ diye tepindi. Anamın da yine başı tuttu. Biz de dolaşalım dedik.”

“Sepetledi sizi evden desene sen şuna.”

Hatice, bir şey demeden banka otururken Yusuf heyecanla konuşmaya başladı.

“Anne, yolda tankları gördük. Askerler gidiyorlarmış artık.”

“Çok çalıştılar oğlum bu kış kıyamette, şükür yollar açıldı,” derken paltosunun önünü açıp atkısını çözdü Yusuf’un.

“Asker olacağım ben büyüyünce,” diyerek annesinin kollarından sıyrılıp koşturmaya başladı salonda.

Saliha Hanım, yeni gelenlerden memnun, çantasından gazeteye sarılmış, arasına beyaz peynir konmuş bir parça ekmek çıkararak Yusuf’a seslendi.

“Gel oğlum, bak ne vereceğim sana, acıktın mı?” Hiç ikiletmedi çocuk, alıp ekmeği yemeğe başladı.

“Teşekkür et teyzeye,” dedi Emine. Yusuf başını öne eğip utangaç bir tavırla bir şeyler mırıldandı.

“Fırınlar ekmek çıkarmaya başladı ya çok şükür, baklava gibi geliyor şimdi bu bana.”

“Haklısınız gerçekten, içimiz dışımız bulgur oldu,” diyen Hatice oldu. Sesindeki samimiyette aradığını buldu Saliha Hanım.

“Elli sekiz yaşındayım, böyle kış görmedim,” diye başladı konuşmaya. “Elektrik yok, su yok. İş yerleri kapalı. Sobada kar eritip içtik be kızım. Sobayı yakabildiğimizde tabi. Fırtına ona da izin vermedi bazen. Kat kat yorganlarla oturduk. Biz yine şanslıyız. Soğuktan ölenler, cenazesini kaldıramayanlar, dışarı çıkıp kaybolanlar olmuş.”

“He ya,” derken Emine’ye kaçamak bir bakış attı Hatice. Yüzü mü kızarmıştı ne. “Çişim geldi,” diyen Yusuf’u kaptığı gibi yerinden hızla kalkarak tuvalete doğru yürüyüşünden çıkan rüzgâr çarptı oturanların yüzüne.

Saliha Hanım, şaşkınlıkla “Ne oldu buna böyle?” diyerek ardından bakakaldı.

“Bebeğini kaybetti yengem doğumda, karın ikinci haftasında. Boynuna kordon dolanmış. Ebe, doktor yok tabi. Anamla komşu Nuriye teyze ne yapsın? Bir de gömemedik, evde tutamadık, çarşafa sarıp kar dolu varilde sakladık, beş gün önce defnedebildik,” dedi Hatice kısık bir sesle.

“Ah dilimi eşek arısı sokaydı benim,” diyerek sustu Saliha Hanım. Örneği şaşırıp örgüsünün ilmeklerini saymaya başladı.

Emine oturdukları yere dönmedi. Buğulanmış camlara resim yapan Yusuf’u içerde bırakıp dışarı çıktı. Sırtını duvara dayayarak uzayıp giden raylara baktı. Bir kelime döküldü dudaklarından: “İhsan…” Bu bana sonbaharda, işte tam da burada vedalaştıkları günü anımsattı.

Ara tatilde geleceğim, doğuma yetişeceğim. Asma artık gül yüzünü. Doktor yorulmasın demese evi erkenden taşırdık. Okullar kapanınca, sen de bebeğimiz de daha iyi olursunuz. Hava da ısınmış olur. Kaç kez konuştuk bunları Emine,” demişti İhsan. Islak gözlerini kaçırıp “Biliyorum,” diye mırıldanmıştı. “Biliyorum da senden bu kadar ayrı kalmak istemiyorum…

İhsan “Önce Allah’a, sonra anama emanet ediyorum seni,” diyerek alnından öpmüştü Emine’yi.

Hatice elin ayağın olur senin merak etme, Yusuf’a da bakar hem,” derken ellerini tutmuş gözlerinin içine bakmıştı. O bakıştı işte Emine’yi dağılmadan bir arada tutan. Aylar sonra, bir kış felaketinin ardından umutla ufka bakmasını sağlayan…

“İhsan, geliyorsun, o trendesin değil mi? Konya’ya, açılan okula dönmedin, yollarda kalıp donarak ölmedin değil mi? Boşa kaygılanıyorum değil mi?” diye fısıldadı Emine. Ellerini ceplerine soktu, gözlerini kapattı. Çok uzaktan belli belirsiz bir ses, giderek yaklaşan mekanik bir uğultu duydu. Bekleyenlerin yüreğini hoplatan tiz bir çığlık gönderdi önden kara tren. Herkes perona koştu. Yusuf “Çuf çuf çuf” diye bağırmaya başladı. Siyahtan griye dönen, hızla savrulan dumanı göründü kendinden önce. İstasyon amiri dışarı çıktı.  Makasçıya bir şeyler söyledi. Mehmet Usta sigarasını söndürdü ayakkabısıyla. Saliha Hanım, örgüsünü bankta bıraktı. Rayların üstünde süzülerek hızla yaklaşıyordu tren. Eski bir dost görmüşçesine heyecanlandım ben de. Bir düdük daha çaldı. Sonra hız kesip giderek yavaşladı. Buharlı lokomotif ardında vagonlarla, tüm ihtişamıyla istasyona girdi. Nefesini üfleyen bir ejderha gibi tıslayarak durdu. Hatta zamanı bile durdurdu. Bekleyenler öylece kaldılar birkaç saniye. Yusuf, ellerini çırptı. “Geldiii!”

Kapılar açıldı sonra.  Hatice, yengesinin yanına sokulurken Emine, öne doğru birkaç adım atarak Yusuf’un elini tuttu. Vagonların basamaklarında ilk yolcular göründüğünde Saliha Hanım’ın “Aslanım…” diye haykıran sesi duyuldu. Bavullar insanlardan önce başlarını uzattılar dışarı. Mehmet Usta bile sarılarak sırtına vurdu oğlunu. Daha içerdeki gölgesinden tanıyınca İhsan’ı, Emine’nin kalbi duracakmış gibi oldu.  Önce Yusuf atıldı kollarına “Baba!” diye. İhsan’ın gözleri, artık kendini tutamayıp gözyaşlarına boğulan Emine’yi buldu. Emine ise hayata yeniden umutla başlama gücünü…

Editör: Aydın Kayabaşı

İlkay Yıldız Özel
Latest posts by İlkay Yıldız Özel (see all)
  • Umut - 12 Ocak 2025
Visited 28 times, 6 visit(s) today
Close