Yazar: 20:30 Genel, Öykü

Toy Avcısı

Öğle saatlerinde otelin lobisinde karşılaştık ilk olarak. Esmer, kirli sakallı, Anadolu’nun herhangi bir yerinde görebileceğim sıradan bir toy avcısıydı. Kendine benzeyen memur kılıklı birkaç adamla birlikte yüksek sesli kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorken kapıdan girdiğim anlarda sustu ve bakışlarını bana kilitledi. Umursamadım. Zamanla alıştım çünkü bu tarz bakışlara. Yalnız bir kadın olarak gün ortasında yanaştığım onlarca otel resepsiyonunda yaşadığım hep aynı terane. İlk kez gittiğim bir şehirde göreve başlamadan önce kim olduğumu, neden orada bulunduğumu açık etmeden bir an önce kayıt yaptırma telaşım geriyor beni. O gerginliği, ürkeklik olarak anlıyor yabancı gözler.

Gelmeden önce internetten otel araştırması yapma imkânının olmadığı zamanlar. Terminalden bindiğim taksinin yaşlıca şoförüne, beni şehrin en iyi oteline götürmesini söylediğimde de hissettim bu avcı bakışlarını. Elimde koca bir bavul ve evrak çantası ile bilmediğim sokaklarda gezip otel arama şansım yok. Şehir, yalnız ve yabancı bir kadının otelde kalmasını olağan karşılamayacak kadar muhafazakâr belli ki. Adı Atatürk ya da Cumhuriyet olabilecek o geniş cadde üzerindeki dört beş katlı binalar, onların altındaki banka şubeleri ve zincir mağazalar olmasa bahçeli evlerle bezeli sokakların çoğunlukta olduğu bu yere şehir bile demek zor ama.

Taksicinin kösnül bir gülüşle, “İşte geldik,” diyerek önünde durduğu kapının üstündeki tabelayı görünce sevinmiştim yine de. “Evin Otel.” Bir ay boyunca bana vadettiği buydu demek ki otelin. Evimde gibi hissedeceğim kendimi. Bir de otele girdiğimden beri bıyıklarını burarak gözlerini bana diken şu adam olmasa.

Resepsiyonist, “bayan” olmam sebebi ile beni rahat ettirme arzusunda. Saygılı, mesafeli. Uzun süreli kalacağımı söylediğimde sebebini yüzümde bulacakmış gibi bakıyor bana. Aklından ne geçtiyse saygılı tavırların yerini, dudağının kenarına konan yılışık bir gülümseme alıyor birden. Şehre neden geldiğimi soruyor gevşek bir sesle. Arkasındaki yer yer uçlarından havaya kalkmış desenli duvar kâğıtlarına bakarak, “Turistik amaçla,” diyorum adamın merakını savmak için. Oysa turistlerin görmek istediği yerlerin uzağındaki bu şehirde öyle uzun süreli gezip görecek bir yer yok, ben de biliyorum. Bu akşama kadar bu beyaz yalanla idare edeceğiz artık. Tecrübeli bir resepsiyonist belli ki. Sesimdeki sertlik, yüzümdeki ifadesizlikle toparlıyor o da hemen kendini. Üstelemiyor.

Kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra uzatılan oda anahtarını alırken yanı başımdan gelen bir sesle irkiliyorum.

“Bi yorgunluk kahvesi almaz mıydınız bayan?”

Dönüp bakıyorum, toy avcısı. Hangi ara kalkıp yanıma kadar geldi bilmiyorum. Buram buram kokan tıraş losyonu, midemi bulandırıyor. Sigaradan sarardığı belli, çarpık dişlerini göstererek pis pis sırıtıyor. Hadsiz. Lobide oturdukları yerden bize doğru bakan arkadaşlarının da yüzünde aynı cıvık, cahil, adeta ergen erkek ifadesi var. Eşlerinin, kızlarının namusunun bekçisi, tanımadıkları kadınların avcısı adamlar grubu. Benden önce davranıp resepsiyonist giriyor devreye. “Abi lütfen, ayıp oluyor ama. Hanımefendi siz buyurun istirahat edin.”

Gençten bir görevlinin yardımı ile asansörü çalışmayan otelin ikinci katındaki odama yerleşiyorum elim ayağım titreyerek. Lobide atılan kahkahaların buradan da duyuluyor olması can sıkıcı.  Oda gerçekten “ev gibi” döşenmiş. Yatağın yanındaki geniş boşlukta otel kapısının olduğu sokağa bakan camın önünde sarı kadife kumaş kaplamalı iki koltuk ve bir fiskos masası var. Pencereler ise o yıllarda birçok evde görülen, iri çiçek desenli Sümerbank perdesi ile kapatılmış. Biraz dinlenip dışarı çıksam, etrafı tanısam iyi ama avcının aşağıda pusuda bekleyebileceği geliyor aklıma. Lüzumsuz bir adam yüzünden işe başlamadan gerilebilirim yok yere. En iyisi güzel bir duşla yol yorgunluğunu atmak, sakinleşmek, sonra da bavulu boşaltıp akşamüstü işe giderken giyeceklerimi hazırlamak diye düşünüyorum. Zaman kalırsa odadan çıkana kadar yolda başladığım kitabı okumaya devam ederim belki. Ne diyordu, yazar öyküsünde: “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…”

Planladığım gibi geçiyor saatler. Taksiyle otele gelirken gördüğüm şubeye yürümek on dakikamı ancak alır. Ütülediğim döpiyesimi giyiyorum, hafif bir makyaj yapıyorum. Elimde evrak çantası ile lobiye indiğimde öğlen kaydımı yapan resepsiyonist hayretle bana bakıyor. Kafasında benim için uygun gördüğü mesleğin kılığı bu değil demek ki.

Yorgun şehrin kırık dökük kaldırımlarında ilerleyen yabancı adımlarım dikkat çekiyor. Esnafın, üzerimde gezinen meraklı bakışları o yüzden biliyorum. Gözleriyle soruyorlar: “Kimsin, nereden geldin, nereye gidiyorsun?..” Yanıtlar böyle küçük bir şehirde yarın akşama kadar kulaktan kulağa alınmış olur. Okuldan eve dönen öğrencilerin neşesi olmasa şehir suskun. Birkaç yıla kalmaz bu gençler de bu suskunluğun içinden payına düşeni alır.

Şube kapısı, gün sonu işlemlerine başlamak için kilitlenmeden önce giriyorum içeri. Güvenlik görevlisi, girişteki müşteri koltuklarından birine bacaklarını açarak oturmuş. “Bu saatte gelen yabancı da kim şimdi?” diye bana bakıyor esneyerek. Oturduğu yerde toparlanma, esnerken bir fırın kapısı gibi açılan ağzını eliyle kapatma ihtiyacı bile duymuyor ben müdürün odasına yönelirken. Yorgunluk mu bıkkınlık mı bu tavrının sebebi anlamam ilk bakışta zor.

Öğlen beni rahatsız eden tıraş losyonunun kokusunu alıyorum birden. Şube içinde tek tük kalmış müşterileri tarıyor hızlıca gözüm, otelde gördüğüm avcıya benzemiyor hiçbiri. Odaya yaklaştıkça duyduğum kahkahalardan müdürün telefonda biriyle görüştüğünü anlıyorum. Kapının önüne geldiğimde tıraş losyonu midemi bulandıracak kadar yoğunlaşıyor. İçeri girmeden önce kapıyı hafifçe tıklatıyorum. Sadece arkasını gördüğüm döner koltuktan, kıllı bir el kalkıyor havaya. Geleni, her gün makamına girip çıkan biri sanıyor olmalı ki pozisyonunu bozmadan içeri çağırıyor o el kapıdakini.

Masanın önündeki koltuğa oturuyorum. Mide bulantım artıyor. Müdür anlatıyor, ben dinliyorum. Müdür gülüyor, ben bekliyorum. Bekliyorum. Bekliyorum… Keyifli ve uzun sohbet sona erdiğinde müdürün koltuğu benim tarafıma dönüyor. Konuşulanların etkisi hâlâ geçmemiş bir yüzde asılı kalan gülüşün içinde sigaradan sararmış çarpık dişleri görüyorum o an. İkimizin de yüz ifadesi eş zamanlı donuyor.  Müdür sırasıyla yaparsa yaşananı anlaması daha kolay olacakmış gibi önce bana sonra masasının önündeki sehpada duran evrak çantama, daha sonra da duvarda asılı saate bakıyor ve zihnindeki boşlukları hızla dolduruyor. Sarı ve çarpık dişleri yavaş yavaş görünmez oluyor. Elinde kalan ahizeyi güçlükle yerine koyuyor. Az önceki mutlu adamdan eser yok artık. Ben de en az onun kadar şaşkınım. Yine de otelin lobisinde bana yorgunluk kahvesi ısmarlamak isteyen o toy avcısına gülümsemeye çalışarak elimi uzatıyorum:

             “İyi akşamlar Müdür Bey. Müfettiş Ayşe Candan ben. Teftişiniz hayırlı olsun. Şimdi bir kahvenizi içerim. Şekersiz olsun lütfen.”    

Editör: Aydın Kayabaşı

Sonat Şen
Latest posts by Sonat Şen (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close