Besim mühendislik tahsilinden sonra iki seneye yakın özel sektörde çalışmıştı. Daha sonra kendisini de babası gibi ticarete yatkın görünce babasının işlettiği mensucat mağazasının başına geçti. Kat kat kumaşlar, rengârenk astarlar, tezgâhın üstünde döndürülen tamburlar ve makasın sanki sonsuza kayarcasına kullanıldığı bu mekânda mutluydu. Eminönü’nde kumaşçılar çarşısındaki ahşap tabanlı ve epey eski olan bu mağaza, hemen karşısındaki Osmanlı döneminden kalma cami ile değişik bir ahenk içindeydi. Ahenkten de ziyade mekânlar arası bir ilişki. Besime huşu veren bir münasebet…
Özellikle Cuma günleri dükkân çok daha işlek olurdu. Besim de ayrı bir ihtimam gösterirdi Cumalara. Jilet gibi ütülü pantolon ve gömleğinin üzerine bazen kruvaze ceket giyip işe giderdi. Ve bir de mendil kondurmaktan haz alırdı göğsüne. Bu Cuma da sabahtan iki dirhem bir çekirdek çıktı evden. Öğle vaktine kadar epey yoğun çalıştı. Namaza yarım saat kala abdestini aldı. Elini yüzünü kuruladıktan sonra kasanın altındaki çekmeceyi açıp esanslarına göz gezdirdi. Kurtuba, Cuma rüzgârı, iğde çiçeği ve amber. Hepsini de eşi Nesrin hediye etmişti. İçlerinden üzerinde Kurtuba yazan şişeyi alıp kapağını açtı ve iki bileğine biraz sürdükten sonra bileklerini birbirine sürüp ovuşturdu. Aynaya baktı. “Bugün de Kurtuba olsun. İspanyol erkekleri kadar olmasa da bizim de bir cazibemiz var,” dedi kendi kendine ve Cuma’yı kılmak için camiye gitti.
Mescide girip orta saflara yakın, pencere altında bir duvara yaslanarak oturdu. Molla Mercimek yine namaz öncesi celallenerek vaaz u nasihat ediyordu. Hasan’dı imamın esas adı ama pek ufak tefek oluşundan dolayı Besim, Molla Mercimek lakabını takmıştı ona. Kulak kabarttı ve vaazı dinlemeye başladı. Gözleri ara ara kapanır gibi olsa da abdestinden şüphesi yoktu. Hoca, arada detone olacak kadar hançeresinde ne varsa çeke çeke kalabalığa sesleniyordu: “Niye kılmıyorsunuz abi bu namazları neden ya? Bak yetmiş bin huri verilecek diyorum. Sarımsak mı macun mu dert etmeyeceksiniz kardeşim. Terazinin unsuru hiç inmeyecek. Top sektireceksiniz top! Niye kılmıyorsunuz abi bu namazları?” Cemaat ciddiyetini çoktan yitirmiş ve kimi kıs kıs kimi de kahkahalarla gülüyordu. Besim yanı başında duran tespihlerden birisini alıp Ya sabır çekmeye başladı ve “Kılsak da gitsek,” diye içinden geçirdi. Gözleri yine dalarken müezzinin kametiyle “Hele şükür,” dedi ve namaza durdular. Namaz sonrası dükkâna geçti ve sabırsızlıkla akşamı bekledi. Cuma akşamları karısı en hoşuna giden yemekleri yapardı. Böylece Cuma, Besim’in nazarında ekstradan bir kutsiyet kazanırdı.
Son müşterisini de uğurladıktan sonra dükkânı kapadı ve evin yolunu tuttu. Eşikte burnuna gelen kokuyu hemen tanımıştı. Patlıcan oturtma. Ona göre yemeklerin şahıydı. İçeri girip ellerini yıkadı ve mutfakta eşi sofrayı hazırlarken masanın üzerindeki bir mandalinayı alıp soymaya başladı. Bir yandan da için için gülerek: “Molla Mercimek bugün dalgalı deniz gibiydi. Neler yumurtladı bilsen şaşarsın Nesrin,” dedi. Nesrin, Molla Mercimek lafını duyar duymaz yüzünde beliren muzip tebessümü zoraki bir ciddiyetle kapamaya çalıştı. “Deme Allah aşkına şu adama şöyle. Bak vallahi çarpılacaksın Besim. Allah yolundakilere öyle isimler verilmez. Söyleme şunu.” Besim soyduğu mandalinanın yarısını Nesrin’e uzattıktan sonra “Yahu ben olmayan bir şeyi mi diyorum? Elinde çektiği doksan dokuzluk tespih kadar boyu var ama lafları kendinden büyük herifin,” dedi. Nesrin, doksan dokuzluk tespih benzetmesini duyar duymaz makineden çıkardığı tabaklarla beraber ciddiyetini de rafa kaldırıp şen bir kahkaha patlattı. “Senin yüzünden ben de yanacağım. Hadi gel de masayı kurmama yardım et,” derken hâlâ gülüyordu. Onun o kaçamak hallerini yakalamak Besim için en keyifli zamanlardı. Bir yandan masaya yardım ederken bir yandan da Nesrin’in baldırlarına, kalçalarına bakıp arkasından sessizce yaklaştı. Sonra bir şaplak patlattı.
“Merak etme yanacaksak beraber yanarız. Seni yalnız bırakmam. Ne dersin bu gece yanalım mı Nesrin Hanım?”
“Molla Mercimek bugün esmiş gürlemiş ama sende de bir hareketlenme olmuş bakıyorum. Al işte! Senin yüzünden benim de dilime dolandı. Tövbe ya Rabbim tövbe. Sen yaratmışsın bize isim takmak yaraşmaz.”
Besim koca iki tabak oturtmayı yuvarladıktan sonra her zamanki pişmanlığıyla “Of yine çok yedim. Ne yapayım şu nimete de dayanamıyorum,” diye hayıflandı. Ama daha sırada çay ve tatlı vardı. Daha az önce çok yediğine pişman olmuşken bu sefer de cevizli kadayıf dolmasının cazibesiyle nefsine yenildi. Biraz televizyon ve biraz da hoş beşten sonra karısına “Gel sana bir şey göstereceğim. Bunca leziz yemekten sonra şöyle okkalı bir teşekkürü hak ettin,” dedi. Sırıtarak belinden kavradığı Nesrin’i avını zulasına çeken bir kaplan edasıyla şipşak yatak odasına atıverdi. Yenilgi sırası mideden bacak arasına inerken Besim’in avuçları çoktan Nesrin’in kavisli hatlarında gezinmeye başlamıştı. Bu yenilgi her şeye değerdi ve sonuç tahtasında hep mağlubiyet yazsa da seve seve razı olunurdu.
“Bak yatsıyı kılmadın. Biraz sonra tembellik eder gusül almak için sabahı beklersin. Kalk kıl ondan sonra gel.”
“Ben daha sonra kılarım sen merak etme.”
Oynaşmaya devam etti Besim. Fakat çoktan uyanması gereken yerlerinde hiçbir hareketlenme yoktu. Daha önceleri de yorgunken ya da üstüne ağırlık çökmüşken yatağa girdiği olmuştu ama hiç böyle olmamıştı. “Bu da neyin nesi şimdi,” dedi kendi kendine ve avuçlarını inatla tekrar karısının vücudunda gezdirdi. Ama tık yoktu. Bir süre sonra artık iyiden iyiye uykuyla uyanıklık arasına, eskilerin yakaza dediği hale geçti.
Şimdi artık renkli bir yarım rüyanın içindeydi. Hayal olduğunun şuuruna varabildiği ama kendisini çimdikleyip uyandıramadığı bir haldi bu. Bir ara eli farkında olmadan kendi bacak arasına gitmişti. Kim bilir neden kendini yokluyordu? Yoksa kendinden mi şüphe etmişti? Şehvetinden yana hiç fakirlik çekmemişti o güne kadar. Alışkın değildi bu duruma. Sonra bir anda renkli yarım rüya bir kandilden fırlayan Molla Mercimek’in zuhuruyla kâbusa dönüşüverdi. Besim, “Senin burada ne işin var? Lamba cini gibi yatak odamda böyle münasebetsizce! Hem ben lamba falan da okşamadım,” dedi. Molla, “Okşadın ama senin okşadığın lambalardan haberin yok mübarek,” dedi ve korkunç bir kahkaha attı. “Daha bugün ne demiştim camide? Terazinin unsuru hiç inmeyecek. Sarımsağa, macuna gerek kalmayacak. Neden kılmıyorsunuz bu namazları neden, demedim mi ben sana? Söyle demedim mi, söyle hadi söyle, demedim mi söyle, söylesene, söyle!”
“Ne söyleyeyim Besim? Besim huu! Besim neyin var?”
Nesrin kocasını omuzlarından tutup biraz sarstıktan sonra derin denizlerden suyun yüzüne yeni çıkmışçasına bir nefes çekti ve uyandı Besim. Sırtı genelde terlerdi ama boynu ve boğazının terlediği çok nadirdi. Üzerinden çıkarmaya fırsat bile bulamadığı siyah atlet sırılsıklam olmuştu. Nesrin’le göz göze geldikten sonra apar topar karısının memelerine yumuldu. Şaşkına dönen kadın olup biteni anlamaya çalışırken Besim bir yandan da kendi bedenini dinliyordu. “Hadi diyelim patlıcan oturtmayla kadayıfın ağırlığından olmadı. Ya şimdi? Bu durgunluk da neyin nesi?” dedi içinden. Saate baktı. Sabahın dördü olmuştu ama henüz imsak girmemişti. Apar topar yataktan kalkıp terliklerini giydi.
“Nereye ayol? Hayrolsun?”
“Hasan Hoca’nın vaazı aklıma geldi. Namazı ihmal etmeyecektim.”
Nesrin hem şaşkın hem de gülerek “Hasan Hoca demek. Molla Mercimek’e ne oldu Besim Bey?” diye sordu. Besim lavabodan “Terazinin unsuru, terazinin…” diye seslenirken bir yandan da abdest alıyordu.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Terazinin Unsuru - 21 Ocak 2024