Yazar: 19:07 Kitap İncelemesi, Roman

Tavhane Çocukları: Bir Romanın Okura Tutunuşu

Bir aylık kısa sürede ikinci baskıya ulaşan Tavhane Çocukları kapağına bakıldığı andan başlıyor okunmaya. Kitabın kapağında insana uzaklık hissi veren kahve, gri ve siyah renklerin kullanılması, oluşan o derinlik insanla konuşuyormuş hissi veriyor. Metni okudukça kapak resmini yapan Ressam Oben Yılmaz’ın romanı nasıl da iyi okuduğu ve içselleştirdiği anlaşılıyor. Roman okunup bitirildiğinde o kocaman dağların arasında doğan acının, ötekileştirmenin, karmaşanın ve kaybolanların izlerinde insan kendini arar buluyor. O zaman kapağın; metinleri oluşturan anlatımla nasıl da uyum içerisinde çizildiği daha iyi anlaşılıyor.

Tavhane Çocukları, kapak resmindeki o dağların arasında doğan güneşin ısıtamadığı çocukların olduğu kadar kentlerde kocaman binaların gölgelerinin üzerlerine düştüğü bir roman aynı zamanda. 

Roman çocukluk ile ilgili sözlerle bölümleniyor. Kitabın tamamı çocukluk ile ilgili öndeyişlerle bölümlenmeye devam ediyor… Bu öndeyişler hem okuru metne hazırlıyor, hem de düşünmeye zorluyor. Her bir bölümün başında bulunan bu sözler öyle alelade yazılmış sözler değil, romanı katmanlara ayıran aynı zamanda anlamlandıran yerler. Bölüm başlamadan okuyucunun dikkatine sunduğu bu sözler, yola çıkacak olan çocukların sürüklendiği hayatı kente daha önce varanlarla buluşturan hikâyede başlangıcı yaratanlarla sonu yaratanların varlığını sorgulamaya yetiyor, artıyor bile. 

Kitaba adını veren “Tavhane” sözcüğü; yoksulların sığındığı sıcak yer anlamına geldiği gibi limonluk anlamı da var. Yazar her iki anlamı aynı yerde şu sözle buluşturuyor. “Oysa sığındıkları yer Encam için hiç de kurtulduklarına dair ümit vermemişti. Özensizce alacalı bulacalı badanaya çalınmış, yıkık duvarlarla çevrili bakımsız ve doğa vergisi limon ağaçlarıyla dolu bir bahçenin ortasındaydı.”  Çünkü yazarın tavhanesi Ankara’nın Hıdırlıktepe, Çinçin, Bentderesi ve Hacıdoğan mahallelerinde… Bu mahalledeki çocukların kimisi sınırların içinden kimisi sınırların dışından gelen yabancı çocuklar. Çocukların geldikleri yer farklı da olsa onları bir araya getiren göçmenlik, yok sayılma tavhanede aynı çatının altındaki eve dönüşüyor. O evde ve sokakta yaşamak kadar ölmek de sıradan. Yazar onları adam öldürmekle vakit öldürmek arasında bir farkları yok diye tanımlıyor. Yazar otoritenin yıkımında alta kalanın başka bir yerde nasıl başka bir otoriteye dönüştüğünü okuyucuya aktarmaya çalışıyor, başarıyor da…

Adnan Gerger’in yarattığı karakterlerin her biri ayrı bir toplumsal sorunla sembolleşiyor. Siyasi iktidarın medya üzerindeki gücü yalan haber yapan bir gazeteciyi ihya ederken gerçekleri söyleyen Gazeteci Elif’i işinden ediyor. Köyünden çıkıp Ankara’ya gelen Encam’ın okulda başlayan dışlanmışlığı onu kentin varoşlarına, Kopuk (Murat) ve diğer dışlananlara, götürüyor. Yazar koruculuk sisteminin halk arasında bazı kişilerce kabul görülmediğini Aşküfledi karakterinin korucu köylerinde zurna çalmayışıyla okuyucuya iletiyor. Aşküfledi’nin  kaybolan abisi Yakup’un Yüzü Yırtıklar ’la işbirliğini derin güçlerin yarattığı yıkımla veriyor. Geçmişi; yanıtsız bırakılan onca soruyu, derin kırılmalarla günümüze taşıyor.

Kitabın çok sayılabilecek karakterleri olmasına rağmen kahramanları okuyucuya göre değişiyor diyebiliriz. Bu bir roman yazarı için zor bir yöntem olsa da yazarın bu hikâyeleri aynı yörüngede tutma başarısını karakterlerle gösterdiği de bir gerçek… Kimi için Faruk Bey ile Elif kahramanken; kimi için Kopuk ya da Aşküfledi kahraman olabiliyor. Kitabı katmanlara ayıran yerlerde ayrı ayrı karakterler öne çıkıyor. Çünkü bu karakterlerin bir antikahraman olması, Tavhane Çocukları’nın kendi özgünlüğünü yaratıyor. 

Romanın mekân betimlemeleri karakter betimlemelerinden daha güçlü. Yazar karakterlerin dış görünüşlerini okuyucuya bırakıp kişiliklerini mekânla birlikte görünür kılıyor. 

Düğüne doğru koşuşturan çocukların sığırcık cıvıldaşmaları; allı pullu rengarenk giysili, göğüsleri kolları değerli değersiz metal takılarla şangırdayan kadınları sürüklüyordu peşinden. Kofilerinden sarkan zülüfleriyle yazgılarını ve yaşlarını ele veren çizgili yüzlerini gizlemeden yürüyorlardı. Kimi kadınlarda bir yandan kucağındaki bebeği taşımaya çalışıyor; diğer yandan yalpalayan ayakları birbirine dolaşıp düşen, düşünce de salya sümük ağlayan küçücük çocuklarını yürütmeye çalışıyordu.” (Sayfa 26)

Yazar romanın ilk bölümünde başlıyor okuyucuyu aynı zamanda izleyiciye dönüştürmeyi. Köye hâkim yüksek yerde kurulan düzmece durum için nasıl kaşlarımızı çatıyorsak, acının sahipleri için köyün ortasında buruklaşabiliyoruz.

Süre geçtikçe elemleri ciğerlerine inmiş, saçları kırlaşmış ya da süt gibi beyazlaşmış, yüzü bıçak izlerini andıran çizgilerle şekillenen erkeklerden; saçlarını yolan, yüzlerini tırmalayan, yumruklarıyla göğüslerini döven, birazdan sevdiklerinin ya da tanıdıklarının cansız bedenlerini örtecek toprağı avuçlayarak yüzüne süren kadınlardan duyulan hırıltılar yorgun düşmüştü.”  (Sayfa 17)

Tavhane Çocukları’nın metnini hep canlı tutacak bir hikâyenin, yalan bir anlatımla başlaması okuma merakını arttırıyor. Bir başka deyişle, birbirinin sonucu olan hikâyeler, romanın bütünlüğü içerisinde girdap oluşturuyor ve okuyucu bu girdaptan kurtulmaya da çalışsa başaramıyor. Okuyucu bu girdaba sürükleyen akıntılardan bir tanesi de romanın dil atmosferinde üzerinde düşünülecek, altı çizilecek cümlelerin olması…  Yazar olay aktarımında sade ama özgün bir dil kullanırken karakterler arası diyalogların bir kısmında alt anlamları olan ifadeler tercih ediyor. Adnan Gerger’in Tavhane Çocukları’nda kullandığı katmanlı dil, okuyucuyu duygusal yolculuğa çıkarmada etkili bir yol gösteriyor… Okuru son derece canlı tutarak metne bağımlı hale getiriyor. Aşağıdaki şu cümleler gibi:  

Hep doğudan giden ve hep doğuya dönecek olanların yüksek sesli tövbeleriyle alçak sesli yeminler ettiğine ne kadar alışkın olduklarını da…”  (Sayfa 51)

Onun nefesinde, yitirilmiş bir hayatın ve demlenmiş bir aşkın imgeleri; kah cümbüş kah kederli ezgi olurdu. Yedi cihana şan salardı. Dilleri destandı Kimine göre alemin kanı ateş delikanlısıydı, kimine göre dünya nimetlerinden elini ayağını çekmiş çilekeşti.”  (Sayfa 85)

Salon birdenbire küçülmeye başladı, sessizlik büyüdü. Sessizlik büyüdükçe salon küçüldü. Sonunda salon sessizliğe gömüldü.” (Sayfa 93)

Aşküfledi karakteri en ilgi çekici karakterlerden biri. Lakabını Zurnazen olmasından alıyor. Zurnazen Yasin’in düğünü askerin aldığı ihbar üzerine yerle bir edilmiş. Yasin’in evlenmek için yedi yıl beklediği nişanlısı Pelin bu baskında ölmüş. 

Denir ki; Yasin kucağında Pelin’in cesedi çürüyene kadar öylece durdu. Ben diyeyim kırk gün, siz deyin kırk bir gün… O kırk gün içerisinde yemeden içmeden içindeki o yangınla ağzından öyle sesler çıkardı ki değme zurnalara nefes çıkarttı. İşte o günden sonra adını unuttu. İşte o gün Aşküfledi namı dört bir yanda duyuldu, bilindi.” 

Aşküfledi abisi Yakup’un Ankara’da olduğu duyumunu alınca yola çıkıyor. Ama bu yolculuk aslında felsefi bir yolculuktu. Ama Aşküfledi, acılarıyla yüzleşmek isteğini taşıyan bu gerçek yolculuğunun felsefi bir yolculuğa dönüştüğünden habersizdi. 

Her yolculuk üç ayrı hali barındırır, varılan, kalan ve yolcu. Yola çıkan insan ne kadar çok kavuşmaya yaklaşırsa o kadar çok ayrılığı yaşar. Korkutan yolun uzunluğu değil yolcunun cesaretsizliğidir, bu nedenle her bir yolculuk vazgeçiştir. Bir insan, yolu yüreğiyle ve ruhuyla ne kadar çok hissedebiliyorsa bekleyene yakınlaşması, kalandan uzaklaşması önemli değildir artık. Yolu yol eden yolcu aynı zamanda her adımında geride bıraktığına uzak düşmeyi de göze alır. Çünkü burada amaç yolcunun kendisidir.

Yazar yolculuğunu tamamlayanlardan Aşküfledi‘yi abisi Yakup‘la ( Faruk Bey’le) hesaplaştırmazken; Kopuk ve babası olduğunu kitabın sonlarında öğrendiğimiz Faruk Bey’le hesaplaştırıyor. Bu hesaplaşma sırasında tüm sır perdeleri okuyucu için aralanıyor. 

Yolculuğunu ölümle tamamlayanların ortak bulut metaforu kitabın dilini yer yer gerçek üstü hale getiriyor. 

“Nusret Öğretmen ile Cemal’in üstünden bulutlar apak tutamlar halinde bir yere yetişeceklermiş gibi telaşla gelip geçiyordu.

Önce ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Sonra Kopuk, esen rüzgarın alnını okşamasına izin verdi ve üzerinden geçen bir beyaz buluta tutundu.

Elif’in sırtından yine o soğuk ürperti geçti. Sonra… Önce Elif’in arabasının anahtarı asfaltın üzerine çınlayarak düştü, ardından koltuğunun altına sıkıştırdığı çantası… Başını yukarıya kaldırdı, gözleri bir beyaz bulut aradı.” 

Evet, romanın tüm hikâyelerin birleştiği ve yine çok katmanlı olarak kullanılan sözcüklerinden biri olan  “Beyaz Bulut”, yazarla okur arasındaki ortaklığın bir şifresi gibi somutlaşıyor. Bu metafor, salt metnin dili postmodernist bir kimliğe bürünsün diye kullanılmıyor, okuru da metne ortak etmeyi amaçlıyor. 

Tavhane Çocukları; kurgusuyla, içeriğiyle ve yeni bir dil yaratımıyla, geleceğe kalan nitelikli romanlardan bir tanesi olarak karşımızda hep var olacak. 

Visited 38 times, 1 visit(s) today
Close