Yazar: 11:13 Öykü

Siesta

                                                     

                        “Per Sergio Galatro è tempo di riposo.”

                          (Sergio Galatro için dinlenme zamanı.)

İki çocuğa bırakacağın bir gelecek yoksa, her şeyin düzeleceğine inanan bir kadının avuçlarına sakat bir hayat koyuyorsan, çaresizlik seni yavaş yavaş başka yolların kıyısına sürükler. Sonra ikna olursun kendi sözlerine; uzun bir hasreti giyinirsin, gözü arkada bırakılmış bir vedayı bavula sıkıştırırsın. Gurbete düşersin. Yolunu bilmediğin bir ülkenin yabancısı olarak hayatın orta yerine atılırsın. Karnı doymayanın yüzü gülmez memleketinde; evin kapısında bekleyen çocuk gözlerinin ışığı her gelişinde biraz daha kısılır. İçin ezilir. Mecburiyet seni bir yöne çevirmişse, geri dönmek bir seçenek değil, imkânsızlıktır.

Aracılığıyla iş bulduğumuz firma beni Almanya’nın Köln bölgesine, Grevenbroich’a gönderdi. Küçük bir valizle geldim. Altı ay oldu başlayalı, henüz başımı kaldıracak bir an bile bırakmadı burası. Yorgunluk, bedenime çökmüş uğursuz bir gölge gibi. Boş kalan zamanlarım okumakla geçiyor. Çocuklar okuldan dönünce eşim arıyor, ekrandaki o küçücük yüzlerde on dakikalık nefes buluyorum. Onlar bana istek dolu gözlerle bakıyor; ben de daha fazlasını alabilmek için bu pas tutmuş hayata katlanıyorum. Para harcamamak için dışarı çıkmıyorum. Her fazla mesai bir umut gibi, daha iyi bir gelecek için günleri yutuyorum. Bu ayrılık ağır. Ama kavuşma günü daha ağır basmalı, ağırlık onun tarafında kalmalı.

Almancayı idrak etmeye başladım artık. Kelimeler yavaş yavaş yerleşiyor yüreğime, dili öğrendikçe insan biraz daha var oluyor bu topraklarda. Burada her milletten insan var, acının dili ortak ama her ses başka ağrılar taşır. Cebimde küçük bir dünya sözlüğü biriktiriyorum; her kelime bir insan, her insan başka memleket. Molalarda çoğu zaman yalnızım. Ya sigaramın dumanına hayal iliştiriyorum ya da çantamdan kitabımı çıkarıp birkaç sayfa okuyorum. En temiz, en sadık alışkanlık… Çocuklarımın da kitap kokusuna tutkun olmaları beni diri tutuyor. Onlarda kendimi görüyorum. O yüzden dayanıyorum. O yüzden buradayım. Burada kalmaya devam etmeliyim.

Okuduğumu gören bazı işçi arkadaşlar arada yanıma oturup lafa tutuyor. Hepimiz farklı rüzgârın savurduğu yapraklarız burada. Ailelerimizden uzağız; insanın insana yaslanmadan durması zor. Yine de temkinliyim; geçmişte yediğim kazıkların içimde açtığı yaralar hâlâ sızlıyor. Ama zamanla yalnızlık da kabuğunu kırıyor; birkaç dost edindim. Bizi ikişerli gruplara ayırdılar. O zaman tanıdım Sergio’yu. İtalya’dan gelmiş; benden yaşça büyük fakat kalbi çocuk kadar saf. Hayatla barışmış, insanları olduğu gibi seven, her kötülüğe rağmen temiz kalmayı başarmış biri. Günler geçtikçe aramızda görünmez bir bağ örüldü. O bana İtalyanca fısıldadı, ben ona Almancada eşlik ettim. Kültürler arasında bir köprü olduk, aynı kaderden geçmiş iki kardeş gibi. Ama Sergio’nun sakladığı bir gelenek vardı: Siesta. Ve bu gelenek bir gün kaderimize çarpacaktı.

Sabahın kör vaktinde işe başlıyor, akşama doğru beşte paydos ediyorduk. Öğle olunca herkes evinden getirdiğini çıkarırdı. Sergio hiçbir zaman benim bir şey getirmeme izin vermezdi. Ne kadar diretsem de “Sen buraya ailen için geldin.” der, kendi yemeğinin yarısını önüme bırakırdı. O cömertlik bende hem minnet hem mahcubiyet büyütüyordu. Fakat son bir haftadır her şey değişti. Saat bir olduğunda Sergio’nun göz kapakları ağırlaşıyor; hep aynı cümleyi fısıldıyordu: “Per Sergio Galatro è tempo di riposo.” Ve kendini rüyalara bırakıyordu. Ben ise iki kişinin işini yapıp bir yandan da gözcülük ediyordum. İlk gün yaşını düşündüm, kondurmadım kötü bir niyeti. Ama tekrar ettikçe omzumdaki yük daha da ağırlaştı. Böyle gitmezdi. Pazar günü konuşmak üzere buluşmak istedik. O buluşmadan önce telefonda o cümleyi çeviriye yazdım: “Sergio Galatro için dinlenme zamanı.” Araştırdım: Siesta, sıcak ülkelerde öğle sonrası verilen kısa uyku. Bir gelenek. İspanya, İtalya… Akdeniz bilir bunu. Ama burası Almanya. Ve burada hayat, insanın uykusunu bile çalıştırıyor. Pazar günü beni arabasıyla aldı. Nehir kıyısında bir banka oturduk. Su ağır ağır akıyordu; sanki her damla bizim yorgunluğumuzu taşıyordu aşağıya. Konuyu dolandırmadım:

“Sergio, sen siesta yapıyorsun, değil mi?”

Gülümsedi. Gözleri hafifçe kapandı, sonra yeniden açıldı:

“Evet. Bizim geleneğimizdir. İstesem de bırakmam zor. Kalıtsal bir huzur. Ruhun serinliği. Bir nevi ibadet.”

Yutkundum; kelimelerim boğazımda düğümlendi:

“Burada böyle bir kültür yok. Başına iş açabilir. Seni korumaya çalışıyorum ama bir gün gücüm yetmeyebilir.”

Sergio’nun omuzları düştü. Parmak uçlarıyla pantolonunun kenarını buruşturdu; içinde saklanan çocukça bir utançla yüzünü saklamak ister gibiydi:

“Farkındayım. Özür dilerim. Direndim başlarda, gerçekten. Ama olmuyor. Ruhum izin vermiyor. Bedelini ödemeye hazırım.”

Derin bir nefes aldım. Sözler sırta yüklenen birer taş gibiydi:

“Sen olmazsan yalnız kalırım. Tek sığınağım yine kitaplar olur.”

Gülümsedi. Göz kenarındaki çizgiler memleketinin güneşini taşıdı tepemize:

“Ben şimdilik buradayım, profesör. Ben olmadığımda da en iyi arkadaşın kitapların olsun.”

O an anladım ki bazı alışkanlıklar yalnızca alışkanlık değildir. İnsanın annesinin sesi gibi, çocukluğunun kokusu gibi bedenine işlenir. Uyku bile memleket özleminin ilacı olabilir bazen. Belki de insan, yabancı topraklarda hayatta kalabilmek için kendi uykusuna sarılmak zorundadır.

Editör: Melike Kara

Murat Boğurcu
Latest posts by Murat Boğurcu (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close