Murat sabahları geç uyanmayı sevmezdi. Gençliğinde bu alışkanlık annesinin sert ses tonuyla gelişmişti:
“Günün yarısını yatakta çürütme!”
O zamanlar uyanmak bir emirle gerçekleşirdi. Şimdi ise sessizlik uyarıyordu onu. Sessizliğin biçimi vardı. Soğuk bir taşın yüzeyi gibi temiz ama sert.
Pencerenin pervazındaki saksıda büyümeyen sardunya yapraklarını inceledi. Yeşil değildi artık, bir tür donukluk yerleşmişti üstlerine. Murat pencereyi açmadı. Mart ayının ilk günleri her zaman gri olurdu burada, kasabanın kenarında, nehrin hemen gerisinde kurulu eski evlerin arasında. Ne dışarının sesi gelirdi içeriye ne de içeridekilerin sesi bir yere varırdı.
Mutfağa indiğinde ilk işi su ısıtıcısını çalıştırmak oldu. Kahve değil, çay içiyordu artık. Kahve midesini yakıyordu. Bazı değişiklikler yaşla gelirdi, bazıları ise yalnızlıkla. Yalnızlık demek, alışkanlıkların bile kabuk bağlaması demekti.
Bugün Delen’in cenazesi vardı. Murat bunun garipliğini hâlâ zihninde çözebilmiş değildi. Geçen yaz birlikte çilek toplamaya gitmişlerdi. O kadar yaşlı hissetmemişti kendini o gün. Hatta Delen bir ara eğilirken dengesini kaybetmiş, sendelemiş ve birlikte güle güle yere oturmuşlardı. O anda çocuksu bir his gelmişti içine. Delen gülümsemiş, çenesindeki küçük gamze belirginleşmişti.
“Yere düşmek, yaşlılığın ilk işareti değil, Murat,” demişti, “Yerden kalkarken etrafa bakınıp kim gördü diye kontrol etmektir esas yaşlılık.”
Murat gülerken bunu ne kadar doğru bulduğunu hatırlıyordu. Oysa şimdi Delen toprak altına girecek ve kendisi de onun tabutunun ardından yürüyecekti.
Ceketini çıkarırken kolundaki yara izini fark etti. Delen’in kedisi çizmişti geçen ay. Başta önemsememişti ama şimdi bu küçük çizik bile onun yokluğunu hatırlatıyordu. Bazen insanlar öldüklerinde evleri boş kalmazdı; bazı nesneler, küçük hatıralar, bazen bir çizik bile yaşamaya devam ederdi.
Delen’in evine doğru yürürken yolun kenarındaki çocukları izledi. Üç çocuk, bir plastik leğeni kızak gibi kullanarak kendilerini bayırdan aşağı bırakıyorlardı. Kışın sonu gelmiş gibiydi ama çocuklar buna aldırmazdı. Yüzlerinde kırmızı bir neşe vardı. Delen bir zamanlar o tepeden kaymış mıydı? Belki. Belki de yalnızca hayal etmişti bunu.
Sokağın girişinde durdu. Delen’in kızı Lina’yı gördü. Kaldırıma oturmuş bekliyordu. Gözlerindeki yaşların kuruluğunda bile annesinin zarafeti vardı. Kendisini görünce ayağa kalktı, sarıldı. Yumuşak ama hızlı bir temastı bu. İnsanlar artık uzun uzun sarılmazdı. Belki de herkesin acelesi vardı, belki de dokunmak, bir şeyleri daha gerçek kılıyordu.
“Annem seni hep anlatırdı, biliyorsun.” dedi Lina.
“Benim de onun adını anmadığım, onu düşünmeden geçirdiğim gün olmadı.” dedi Murat.
“Bence annemle sen başka türden bir bağ kurmuştunuz. Adı konulamamış bir bağ.”
Murat cevap vermedi. Gözlerini sokağın ortasındaki tabutun üzerine yerleştirilmiş yazmaya dikti.
Hava soğuktu ama keskin değildi. Gökyüzü ağır, gri bir tül gibi yayılmıştı kasabanın üstüne. Elini cebine attı ve eski bir fotoğraf buldu. Fotoğrafta Delen yirmili yaşlarındaydı. Omzunda Murat’ın eli vardı. Kır çiçeklerinin arasında çekilmiş bir fotoğraftı bu. Gülümsemenin içinde umut vardı. Gençlik vardı. Ve hayaller…
Geçmişte kaybolduğunu fark etti. Yaşlılık dediğin şey, bir tür zaman kaçırma hâliydi. Gençlik ileriye bakar, yaşlılıksa hep geri.
Delen’in sesini düşündü. O belirgin ama telaşsız tonunu. Gülüşünü. Bazı insanlar ölünce her şeyini götürmezdi, sesi kalırdı mesela, bir sandalye gıcırdaması gibi zaman zaman odanın içinde yankılanırdı.
Delen’in sesini düşündü. Sokağın ortasında eski bir masanın üzerine yerleştirilmiş tabuta yaklaştı. Elini gezdirdi üzerinde. Yüzünü okşadığını hayal etti. Yüzüne eğilip bir “Hoşça kal.” bıraktı.
Arkasını dönüp giderken başlayan yağmura gözyaşlarını bıraktı. Sokağın başına geldiğinde durdu. Döndü.
“Hoşça kal.” dedi.
“Hoşça kal.”
Editör: Ekin Köklü
- Sessiz Akan Nehir - 3 Haziran 2025