Dışarıdan, kulağımın duyabileceği en uzak yerlerde var olmaya başlayan ses yığınları her zamanki gibi dört bir yandan birike birike penceremden odama aralıksız, bir şelale gibi akıyor. Bana ilkin boğucu bir uğultu, nasıl desem gri bir toz bulutu gibi gelen bu ses yığınlarına dikkatimi verince içlerinde gayet net ve manidar sesleri seçebiliyorum. Hiç gereği yokken, bir bohça gibi açıldıkça açılan ve her katında daha küçük sesleri gösteren nihayetinde bir hışırtıya kadar küçülüp kaybolan ses yığınlarının içinde buluyorum kendimi. Değerli bir eşya bulmak ümidiyle tüm bohçaları savura savura açıyorum. Ne olduğunu bilmediğim bu seslerin, kumaşlar arasından ayağımın dibine ağır birer elmas parçası gibi düşmesini bekliyorum.
Bir arabanın yorgun tekerlek sesleri geliyor, bir öyküyü başlatır gibi. Nedense kırmızı diyorum içimden. Ve arkasına küçük bir toz bulutu iliştiriyor zihnim. Nedense hasret diyorum içimden. Kuş cıvıltıları geliyor, bir defterin kenarlarını süsler gibi. Bir çocuk bağırıyor, defterine yüz defa A yazmış gibi. Her bir sese bir hikâye uyduruveriyorum elimde olmadan. Her ses için farklı bir portre çiziyorum. Sesleri aslından koparmaya hakkım var mı? Peki ya bir sesin sahibi sesi çıkaran mıdır, duyan mıdır yoksa onu hak edebileceği en yüce manaya, değere kavuşturan mıdır?
Arabaların tekerlek sesleri istikrar içinde odama akmaya devam ediyor; ıslak, kuru, gergin, hırıltılı, küskün, yorgun, sağlıklı tekerlek sesleri… Kuşlar ötmeye devam ediyor; kırmızı, mavi, turuncu, ekşi, tatlı, mutlu, mutlu, mutlu… Çocuk susmuş; kapalı bir defter gibi. Kıpkırmızı bir siren sesi tüm sesleri yırtarak her yanı kana boyuyor. Sesler iki yana devriliyor, bu dehşetli siren sesinin karşısında mutlak bir çaresizlik içinde parçalanıyor. ‘’Ölüm’’ diyor içimden bir ses, içim burkuluyor.
Saate bakıyorum, bir saatten fazla olmuş bu ses gösterisine kapılalı… Saatin tik tak sesini duymaya başlıyorum, oysa hep oradaydı. Kendini nasıl olduysa bana unutturmuştu. Zaman gibi… Şimdi de bozuk bir musluktan damlayan su sesi gibi beni rahatsız ediyor. Yine zaman gibi… Daralıyorum. Kalkıp pencereyi açıyorum. Sesler sağanak hâlinde yüzüme üşüşüyor. İlkin zorlansam da birkaç dakika içinde alışıyorum; soğuk suya girer gibi ses havuzunun içine giriyorum.
Ezan okunacak, minarelerdeki hoparlörlerin cızırtılarından belli. Bütün sesler ezanın ilk cümlesinden hemen önce bir tümen asker gibi, kollarını iki yanlarına aynı anda indirerek hazır ola geçiyorlar. Bembeyaz bir sessizlik kaplıyor her yanı. Allahu Ekber! Simsiyah kuşlar uçuşuyor bu beyazlıkta; bir şeyler yazar gibi… Akşam ezanı, tüm şehrin üzerine ince bir örtü olup seriliyor. Serin, yumuşak, hasret ile vuslat arasında bir tatta… Lailaheillallah! Örtü, en uzak ucundan minareye doğru toplana toplana kapladığı şehrin üzerinden kalkıyor. Rahat! Sesler kımıldanıyor, kıvılcımlanıyor ve yeniden gürül gürül yanmaya başlıyor.
‘’Patates torbası elli lira!’’ Sokaktan geçen işportacının sesi ağzından çıktığı gibi ulaşmıyor bana. Önce bıyıklarına sonra kasketine çarpıyor da açık kahverengi tonuna bürünüp öyle bağdaş kuruyor kulağımın içinde. Acele etmiyor kulağımdaki ses. Belli ki hemen kalkmaya niyeti yok. ‘’Patates torbası elli lira!’’ Dakikalarca kulağımda misafir kalan bu ses birden bir şeyi hatırlamışçasına ayağa kalkıyor, kasketini önünde tutuyor, misafirliği uzattığından mıdır ne mahcup mahcup önüne bakarak ve hiçbir şey demeden uzaklaşıyor. Ardından bir tas su döküyor gözlerim. Çünkü o ses dedemdi benim. Dedemin rengiydi o ses, dedemin hatırası…
Hava iyice karardı. Pencereyi kapatacakken çatal kaşık sesleri duyuyorum. Bu defa ben sese misafir oluyorum. Ses, beni bir balkona oturtuyor elime kocaman bir karpuz dilimi tutuşturup mutfağa yöneliyor. Ve ses, başka sesler doğuruyor; yaşlı kadın sesi, genç erkek sesi, çoluk çocuk sesi, televizyon sesi, bardağı döve döve çayı karıştıran kaşığın sesi, yere düşüp kırılan tabağın sesi, miyavlayan bir kedinin sesi. Gittikçe kalabalıklaşan bu ses topluluğunun içinde ben küçüldükçe küçülüyorum. Ses, beni bir kundağa sarar gibi sarıyor. Bir bebek ağlaması duyuyorum yakın binaların birinden. Pencereyi kapatıyorum.
Tüm bu ses cümbüşü bir anda belirsiz bir uğultuya dönüşüyor; ömür gibi. Ses mevzusunu aklımdan atmak için kitap okuyayım diyorum. Evin salonuna giderken apartmanın içinde merdivenlerden yukarıya çıkan ayakların sesini duyuyorum. ‘’Adam sen de…’’ diyerek bu manasız oyunu bir el hareketiyle kapatmak istiyorum. Olmuyor. Merdivenleri acele çıkıyor ayaklar… Ses kapıma yaklaşınca heyecanlanıyorum. Ayakkabı sesine poşet hışırtıları eşlik ediyor. Bir koku fısıldıyor kulağıma; tütün kolonyası kokusu. Poşetten turuncu bir ses geliyor; mandalina. Ayakkabının tabanı eskimiş, erimiş. Gürültüsüz ve şefkatle basıyor merdivene. Kapımın önünde heyecanım son raddeye varıyor. Anahtar sesi duymak istiyorum. Kapı kolu susmasın istiyorum. Öfkeyle bakıyorum kapı koluna. ‘’Susma, tıkırtılarla aşağıya in işte!’’ Ses, yukarı çıkıyor. Göğe havalanan bir uçurtma gibi; ‘’mavi’’ diyesim geliyor. Susuyorum.
Vakit, gecenin son yarısı… Zihnimin içinde mahşerî bir kalabalığın uğultusu var. Yatağıma bu kalabalıkla giriyorum. Kapalı pencereden bir köpek sesi, başını pencereyi zorlayarak başını uzatıyor. Sevimli, parlak gözleriyle bana bakıyor. Tanıyor beni ses, ses kuyruğunu sallıyor mutlulukla. Havlaması sokak sokak uzaklaşarak kesiliyor.
Karanlığın ve yalnızlığın da sesi varmış. Bunu uzun bir süre önce öğrendim. İşte yine başucumdalar. Onları susturamam çünkü sessizlik arttıkça onlar büyüyor. Onlar büyüdükçe sessizlik artıyor. Ne yaparsam yapayım her halükârda mağlubu ben oluyorum bu ses savaşının.
Taranan saçların, giyilen geceliğin, ağırlaşan yatağın sesi yok. Sıcaklığın, güvenin, sevdanın sesi yok bu gece de. Ne çok ses yitirdim bin bir gürültüyle. Sesler insanın dünyasından çekiliverince nasıl da karanlık bir fısıltıya dönüşüyormuş… Kaybolan seslerle birlikte ben de sesimi yitirdim. Kime, neye, neden ve ne söyleyebilirim artık? O karlı gecede dehşetli bir ses, yutuverdi bir anda hayatımın seslerini… Yalnızca kalbimin sesini duyuyorum şimdi; manasını yalnız benim bildiğim içli bir ezgi gibi…