Yazar: 21:15 Deneme, Genel

Sahip Olunmayanın Yitirilişi

“Hiç değilse bizim Bozkırkurdu kendi içinde o Faust

ikiliğini keşfetmiştir; bedeninin bütünlüğünün bir ruh

bütünlüğü içermediğini, kendisinin, olsa olsa, bütünlük

idealine giden çok uzun ve zahmetli yolun üzerinde

bulunduğunu saptamıştır. Ya içindeki kurdu yenip tümüyle

insan olmak ya da insanı gözden çıkarıp hiç değilse kurt

olarak bütünlüğe sahip bir hayat yaşamak ister.”[1]

Hiç varolmamış olanın yitişi, varolagelmiş olanın yitişinden daha güç bir duruma sürükler özneyi. Varolagelmiş olanın periyodik zamansallıkta konumlanan varlığı, bir arzu nesnesinin orada bir yerde olmaklığınının yanı sıra, bir özneyle girilecek potansiyel diyaloğun imkânını da her zaman ihtiva eder. Bunun yanında o, kendisini bir arzu nesnesi olarak koymasından başka, bir yas nesnesi olmaklığı da içerimler. Hem arzu hem de yas birbirini olumsuzlayarak cisimlendiği bedende ortakyaşarlığını sürdürür. Birbirlerini olumsuzlamak zorundadırlar çünkü kendilerini bağımsız olarak ortaya çıkarmak mutlak olarak koymak isterler. Aynı zamanda birbirlerini olumlamak zorundadırlar çünkü varlıkları, bir anlamda ötekine bağımlıdır. Bu sebeple tam olarak özel bir karşıtlık, bir çelişki oluştururlar. Böylece onunla diyaloğa girişen öznenin, birbirini dışlar görünen iki deneyimi de eşzamanlı yaşamasının önünde hiçbir engel yoktur. Nihayetinde varolagelmiş olanın nasıllığını belirleyerek özneye yansıtacak olan bu diyalektikte hangi gücün baskın olacağına dolayısıyla hangisinin kendisini koymak için doğru uğraklardan geçeceğine bağlıdır. Pek çok koşullandıranın dolayımında kendisini kristalize etmek isteyen iki gücün savaşınımı, tecessüm ettiği bedenin tüm yapıp etmelerini değişime uğratır. Beden, böylesi bir keşmekeşte ne aklın ne de tutkunun büsbütün avcundadır; o her zaman ikisinden de paye koparan bir çokluk olarak salınır. Salınır fakat iradesini kaybetmez. Kendisini, ardışık günlerde hem akılsal hem de akıl dışı olarak açığa çıkarır. Nesnenin bu ikiliği, akıl ve akıl dışılığı, arzulayana da bu ikiliği dayatır. Arzulayan, nesnesine göre kendisini biçimlendirmek durumundadır. Ya aklın ya da akıl dışılığın, hem aklın hem akıl dışılığın patikasında sürüklenir. Sürüklenir fakat nesnesi gibi o da bunu irade-dışı yapmaz. Böylece sürüklenim, hem özneye saf bir seçim gibi görünür hem de kökeni belirsiz baygın bir istenç olarak deneyimlenir.  Varolagelmiş olanın yitişinin istikameti, bu saiklerle bir yok yere doğru değildir. O, özneye bir zamansallık içerisinde yansır. Öznenin deneyimlediği, arzu ya da yas nesnesi, hem arzu hem yas nesnesi, o an oradadır ve hakiki olarak konuşur. Bedenin hem akılsal hem de akıl dışı hareketi, onun tiradını gerçek dışılaştırmaz. Böylece hem varolagelmiş olan hem de onun yitişi, muhtelif biçimlerde de olsa belirli bir zamanda, gerçek olarak koyar kendisini. Öznenin içinden dışına çıkan, tanımlanmaya direnen fakat işaret edilebilen bir şey olarak oradadır. Bu yüzden varolagelmiş olanın yitişinin hüznü, varlığının açık seçikleştiği zamanın yatağında pek tabii rehabilite edilebilirdir. Rehabilitasyon, bir zaman varolmuş olanın, artık varolmayacağı ardışık günler gerektirir yalnızca.

“Yakında her şeyi unutacaksın,

yakında her şey seni unutacak.” [2]

Hem varolagelmiş hem de varolmamış olan, evvela -en başta birer arzu nesnesi olmaları bakımından- bir eksiklik; bir boşluktan hareketle vuku bulur. Bu boşluk / eksiklik ya da yarık, imgeselden simgesele geçişte gerçekleşir. Lacan’ın kavramsallaştırdığı hâliyle ayna evresine(imgesel) girmeden önce çocuk (6-18 aylık), kendisinin dışarıdan ayrı bir varlık olduğunun bilincinde değildir. Etrafındaki her şeyi, kendi bedeninin uzuvları da dâhil olmak üzere uçsuz bucaksız bir açıklıkta, bir sonsuzlukta duyumsar. Bu aşamaya gelip kendisini aynada gördüğü an kelimenin tam anlamıyla büyülenir zira duyumsadığı tüm o sonsuz parçalar, bir anda bir bedende tecessüm etmiş; bütünleşmiş olur. Fakat aynanın ona sunduğu bütünlük / tastamamlık hissi uzun sürmez. Öyle ki çocuğun kendiliği/öznelliği dışarıdan gelmiştir ve kendiliğini kavramasının müsebbibi olan bu dışarıdaki anlam sistemi (simgesel / sembolik) üzerinde çocuğun hiçbir tasarrufu yoktur. Çocuğun öznelliğinin oluşum sürecinde kendisinden bağımsız olarak var olan, orada duran sembolik düzene girişi, onda bir boşluk; bir yarık yaratır. Bundan gayrı, öznenin, arzulayacağı her şeyin ve arzulama ediminin kendisinin varlık koşulunu, burada açılan yarığı kapatma uğraşı oluşturur. İlk arzu nesnesinin, içinden dışında olan özne, bundan böyle yeniden içe dönme, tamamlanma ereğiyle dışarıda bir arzu nesnesi; bir ötekilik / başkalık arar, talep eder. Arzulayan öznenin arzu nesnesi, bu boşluğu doldurmak için baş döndürücü bir aday olarak, belirli bir kesitte belirir. Hem arzu hem de yasın nesnede olgunlaşması için ardışıklılık, bir zorunluluktur. Bu uğraktan geçmek ve kendisini, onu arzulayan özneye bu şekilde sunmak zorundadır. Arzu ve yas nesnesi, kendisini olgunlaştırdıkça arzulayan öznenin boşluğunu kapatamayacağı gerçeğini de sarihleştirmiş olur. Bu boşluk kapatılamaz zira arzu ediminin kendisi, bu boşluğun sonucunda ortaya çıkar. Dolayısıyla boşluk kapatılırsa, arzu da onunla birlikte kapatılmış olur. Sözün özü, arzulayan öznenin, arzu ve yas nesnesine mesafelenişi, onu büsbütün yitirmeden evvel başlamıştır. Öznenin, arzu nesnesini yadsıyışı için, tüm koşullar önceden hazırdır.

Varolmamış olanın varolmamışlığı, boşluğun kapatılamayacak olduğu gerçeğinin ifadesinin noksanlığına gönderim yapar. Böylesi bir itiraf için lazım gelen zaman ve sakramenti bulamayan varolmamış olan özneye biteviye olgunlaşmamış, çocuksu bir hüzün zerk edecek olan bir konum kazanıverir. Arzulayan özne, varolmamış-olanın arzusunun, o ilksel boşluğu kapatacağına tamamen kani olmuş hâldedir, zira nesne, bunu yapamayacağını itiraf edemeden bir yok-yere erişmiştir. Varolagelmiş-olanın aksine, varolmamış-olan, bir Öteki olarak, arzulayan öznenin ufkuna, tek yanlı olarak yerleşmiştir. Dolayısıyla, diyalog, bir monolog olarak öznenin içine infilak etmiştir ve konuşan daima hüzündür. Böylece öznenin devinimi, hep bu hüzünden nemalanmak suretiyle gerçekleşir. Ya da diyalog, ilk aşamada donmuştur ve özne, karşısında yalnızca billurlaşmış bir hüzün bulur. Bu yüzden varolmamış olanın hüznü, büsbütün insan yahut büsbütün kurt olmakla yaşam yahut ölümden birine dümeni kırmakla atlatılamaz. Ne de zaman yok edebilir onu. Hüzün, bitimsizce, öznenin zihninde, tahribat gücü yüksek kısa devreler yapar durur.

“İyi niyetli insanların -ki kötü niyetli olanlardan beterdirler- erkekle kadın arasına ezelden beri var olan şu malum Tanrı’ya benzeyen belli bir Öteki yerleştirdiğimin yankısını duyduklarında, ağızları açık kaldı. Sadece bir yankıydı ama onlar kendilerini bunun gönüllü taşıyıcısı yaptılar.”[3]

Sözün özü, varolagelmiş olanın hüznü, onun belirli bir sürekliliği haizliği, muhtelif biçimlerde de olsa kendisini ortaya hep hakiki olarak koyuşu ve arzulayanın ilksel boşluğunu dolduramayacağı itirafıyla atlatılabilirdir. Zira nesne, arzulayanı, bir şey olmak yahut olmamak, bir yere gitmek yahut gitmemek, şöyle yahut böyle eylemek yönünde zorlar. Yani bu ilişkiselliğin içinde nesnenin yadsınması ve yitiminde dahi alternatif yollar, özne için, puslu olsa da görünürdür. Bu sayede özne, yitirdiğinin yasını telafi etmenin yollarını aramak suretiyle bir başka aşamaya geçebilir. Varolmamış olanın hüznüyse kendisini özneye, tek-yanlı bir gerçeklik olarak dayatır. Kendisini mutlak anlamda tek-biçimli şekilde kurmuştur fakat özne, faş olmamış bu yanılsamanın dehlizlerinde gezinmektedir. Öyle ki yok yerden gelen hüzün, öznenin tüm havsalası ve vücuduna sirayet etmiş, onu felç bırakmıştır. Hakiki olmayanın özneye telkini şu ya da bunun seçimi imkânının önünü kapatarak öncesiz-sonrasız bir acı deneyimi sağlar. O, varolagelenin yitiminin aksine, geride bırakılmış ve nadiren gün yüzüne çıkan bir sızı olarak değil, hep gelmekte olan bir hüzün olarak özneyi kuşatır. Bundan gayrı özne, hiç olmaya doğru yola çıkarken hüzün ona yan yoldan değil, olanaklı tekmil ışık hüzmelerini bertaraf edecek şekilde, üstünden eşlik eder.

Notlar ve Açıklamalar

[1] H. Hesse, Bozkırkurdu. Çeviren: Kamuran Şipal. Yapı-Kredi Yayınları (22.Baskı, 2016), s.82-83.  

[2] M. Aurelius, Düşünceler. Çeviren: Şadan Karadeniz. Yapı-Kredi Yayınları (4.Baskı, 2012), s.99.

 [3] J. Lacan, Yine/Hâlâ. Çeviren: Murat Erşen. Metis Yayınları (2019), s.80.

Editör: Feyza Cengiz Dündar

Alparslan Büyükçekiç
Latest posts by Alparslan Büyükçekiç (see all)
Visited 31 times, 8 visit(s) today
Close