Yazar: 18:23 Genel, Öykü

Rahmetliler ve Aman Uzak Dursunlar

Ankara’da o yıllarda kışlar daha mı soğuk oluyordu bilmiyorum ama o yıl gördüğüm en soğuk kış olabilirdi. Bahçede kapının hemen girişindeki çıplak dut ağacı bile buza kesmişti.

Annem fabrikaya gitmek için hazırlandığı saatlerde salonda yaktığı kırklık ampulün ışığı koridoru dönüp petek desenli buzlu camı deler, ta gözümün içine kadar girerdi. Burnumun ve kulaklarımın soğukluğunu yoklayarak anlardım evin üşüyüp üşümediğini. Odalara da sıcaklık gelsin diye neredeyse bütün evi kahverengi bir yılan gibi dolaşan, camları, kapıları aşıp sınır tanımayan soba borusu bile çelik gibi olurdu o saatlerde. Masanın üzerine bırakılan sabah ekmeğinin parası, sobaya atılan kömürün ilk yandığında çıkardığı siyah is kokusu, çaydanlık tıkırtısı ve ardından çekilip kapatılan sokak kapısının sesinden annemin gittiğini anlardık. Ablam yine göğsünde kitabıyla uyuyakalmış, gece boyunca içtiği sigaraların kokusu ciğerlerimize kadar sinmiş, gözlerimiz yana yana uyanırdık kara kış sabahına. Ablam yatağındaysa içim garip bir huzurla dolar uyumaya devam ederdim. Nasılsa benden önce kalkar, üzerime bir kat battaniye daha atar, fırından ekmeği alıp kahvaltıyı hazır ederdi. Bunları yapıncaya kadar da uyandırmazdı beni. Eğer yatağında yoksa annem kırklık ampulü o saate kadar söndürmemiş olurdu. Geceliğinin üzerine giydiği kahverengi yün yeleği, ayağında komşu kadınların ördüğü yün çoraplarıyla pencerenin yanına oturmuş sigara üzerine sigara, çay üstüne çay içerek sabahı ederdi. Arada uyanırsam sürükleye sürükleye getirdiğim ablamın battaniyesini örterdim ayaklarına. Belli belirsiz gülümseyip “Dolaşıp durma hadi uyu artık sabaha okul var.” derdi. Başka da bir şey demezdi. Ama galiba ağlamış veya o an ağlıyor olurdu. Elinin tersiyle gözlerini sildiğinden anlardım. Bir de derin derin iç çekmesinden. Ablam bazı geceler elleri ve üstü boya içinde nefes nefese gelirdi eve. Belli ki koşmuş olurdu. Tek hamlede atkısını, adının sonradan ablamın eşyaları teslim edilirken listede parka olduğunu öğrendiğim kahverengi gocuğunu çıkarır; hemen bir bardak çay doldurup, bir de sigara yakıp annemin yanına otururdu. Konuşmadan öylece bakarlardı birbirlerine. Konuşmazlardı çünkü annemde söz, ablamda verecek cevaplar tükenmişti.

Kar yağmışsa kırılırdı dışarıda hava biraz. Ama karın üzerine ayaz başladıysa yine iki kat çorap, annemin ördüğü boynumu dalayan kahverengi atkıyla sarınıp sarmalanıp öyle gitmek gerekirdi okula. “Atkıyla ağzını kapat soğuğu yutma.” diye de tembihlediğinden burnumun üzerine kadar çekerdim gece boyunca sigara dumanına bulaşan atkıyı.

Atkım, berem babamdan kalmış; acemice küçültülen paltom, çift çorapla ayağımı cendere gibi sıkan ayakkabılarım, çoraplarım hep kahverengiydi. O yıllarda yeşili, kırmızıyı, sarıyı, maviyi tanımıyorduk sanırım. Sadece bir kez evin duvarlarını maviye boyamıştı da annem, Sabiha teyze geldiğinde “Ne o kız umumhaneye döndürmüşsün evi.” demişti.

“Umumhane ne?” diye sorduğumda “Sana göre sözler değil bunlar.” deyip geçiştirmişti annem. Sonra hırsla kovadaki kireçle maviyi kapatmaya başlamıştı.

Yine de bazı yerlerden bazı şeylere sızıp geliyordu renkler zaman zaman. Gri, kahverengi Sümerbank battaniyelerinin altından sarkan çarşaflarımızda bazen çiçek bazen de bulut olarak.

Dört ay boyunca şimdi ablamla benim örtündüğümüz bu battaniyelerin altından hiç kalkmamıştı babam. Dört ay öksürmüş, dört ay kusmuş, dört ay boğula boğula sigara içmiş; dört ay her gece Allah’a, hasta ve greve katıldığı için fabrikadaki işinden kovan patronlarına,  gün boyu televizyonda boy gösteren, bağırıp çağıran öfkeli adama sövüp saydırmış… Beşinci ayda da eve gelen komşu erkeklerin yardımıyla ve kapı önündeki kadınların “Allah kurtardı.” sözleriyle o çok uzun boyuna küçük gelen, kahverengi çoraplı incecik ayaklarının dışarıya taştığı tabuta konularak evden götürülmüştü.

Bahçedeki dut, gitmesini engellemek ister gibi yanından geçerken kuru kabuklarından birini takıvermişti çoraplarına.

Nurcan abla bir gece dutu kendine siper edip seslenmişti kapıdan usul usul, “Asiye abla, Çiçek’i gözaltına aldılar bugün okulda. Yenimahalle karakoluna gidip bir sor bakalım. Sakın benden bahsetme ama sadece kızım eve gelmedi merak ediyorum de.” diyerek. Sonra koşup uzaklaşmış, sokağın sonunda bekleyen bir arabaya binip gitmişti. O birkaç dakika içinde bile evin buz gibi bir havayla dolduğunu hatırlıyorum. Annemin karakola giderken elimi tutan eli gibi… Koridorda beni iyice sarıp sarmalayıp eski, yırtık derili ıskartaya çıkartılmış döner bir koltuğa oturtmuştu. Gıcırdayarak dönen koltuğun seslerinden annemin masadaki askerle ne konuştuğunu duymuyordum ama ondan tarafa döndüğüm her turda ağladığını görebiliyordum. Bir de duvardaki kocaman fotoğraftan, şapkasının altından çatık kaşlarıyla bana dik dik bakan adamı. Babamın sövdüğü zamanlarda en çok bu adama gittiğini bilirdim o sözlerin. Yatağın dibinde duran terlikleri fırlatmışlığı bile olurdu televizyona. Ancak gücü ortadaki sehpaya kadar yeter, bir süre terlik sehpanın üzerinde durur kalırdı.

Eve dönerken daha da soğumuştu annemin eli. Yer değiştirip diğer yanına geçtiğimde onun da buz gibi olduğunu gördüm.

Gün ağarmak üzereydi. Sokağa çıkma yasağı henüz bitmiş, insanlar birer ikişer ya fırına ya da minibüs durağına doğru yol almaya başlamışlardı. Annemin de işe gidiş saati olduğunu kapıda onu bekleyen Sabiha teyzeden anladım. Kapının önünde mantosunun üzerine sardığı yün şalının altında tir tir titriyordu. “Gelmiyorum bugün.” dedi annem. Sonra da bahçe duvarının üzerinde biriken kar öbeğini elleriyle dağıtarak oturdu. ”Karakoldan geliyorum. Çiçek’i götürmüşler. Nerede olduğunu da bilmiyorlarmış güya. Haber çıkana kadar bekleyeceğim.” diyerek ağlamaya başladı. Sabiha teyze hiçbir şey demeden koşa koşa dolmuş durağına doğru gitmişti. 

Hiç kimsesi olmaz mı insanın? Bizim hiç kimsemiz yoktu. Babam öldükten sonra daha da azalmış üç kişi kalmıştık. Annem kimden söz etse ya “rahmetli” ya da “aman uzak dursunlar” derdi. Yani bizim yakınlarımız rahmetlilerden ve aman uzak dursunlardan ibaretti.

O gün beni okula yollamadı. Sobayı da yakmadı. Benim önüme iki yumurta kırdıktan sonra çayı ocağa koydu. Neden sonra divanın üzerinde dün geceden kalma battaniyeyi alıp sırtıma yükledi. Çantasından çıkardığı defterden parmağını gezdire gezdire bulduğu numaraları ona verdiğim kâğıda yazdı. “Kimin bu numaralar?” diye sorduğumda “Aman uzak dursunlardan bazılarının.” diyerek ve daha da bir şeyler diyecekken sustu.

O gün aman uzak dursunlar dediği herkese gerçekten neden böyle dediğini anlayarak eve döndük. Son uzak dursunlar, diğerlerinden daha iyiydi belki de en azından kapı aralığından bir karamela sıkıştırmıştı avucuma. “Allah yardımcınız olsun.” da demişti.

Kapıdaki asker cipine annemle beni neredeyse ite ite bindirdiler. Öylesine hızla ve sert davranıyorlardı ki artık nasılsa eve geldik diye sokağın başında sabahtan beri boynumu doladığı için daha fazla dayanamayarak çıkardığım kahverengi atkım çamurla karışık karların üzerine düştü.

O gece neler olduğunu hiç anlatmadı annem. Ben sabaha kadar askerlerin koşuşup durduğu, iki yandan ayaz alan koridorda uzun uzun oturdum. Çatık kaşlı fotoğrafla göz göze gelmemek için kapattığım gözlerimi bir askerin omuzumdan sertçe dürtüklemesiyle açtım. Sabah olmuştu. İçeriden çay ve simit kokusu geliyordu. Az sonra annemi gördüm. Gözlerinin altı mosmor olmuştu. Çok ağlayınca böyle olurdu. Dışarıya çıktığımızda elini tutmak istediğimde yumruk olmuş ellerini tutamadım. Sımsıkı kapatmıştı. Ellerim üşüyordu, babamdan bozma paltonun ceplerine ellerimi ne kadar uzatırsam uzatayım erişemediğimden biraz nefesimi üfledim sonra da bıraktım gitti. Annem bu kadar üzgünken ellerimi ısıtma derdine düşmem utandırmıştı beni.

Ablamı ziyarete gittiğimiz gün de sımsıkıydı yumrukları annemin. Belki de artık kimsenin elini tutmaya ihtiyacım olmadığı mesajını da veriyordu gizli gizli.

Uzun, siyah saçlarını dibinden kesmişlerdi. Ablam gibi değil de başkası gibi bakıyordu. Eski, siyah yün bir kazak vardı üzerinde. Boynu ve elleri incelmişti. Öylece baktık birbirimize tel kafesin ardından. “Biraz yemeklik bir şeyler, biraz üst baş getirdim, idareye verdim girerken.” Sesi titriyordu annemin.

“Sigara?”

“Getirdim ama dikkat kendine.”

“Siz de.”dedi ablam. Sonradan aklına gelmiş gibi:

“İşe geri aldılar mı seni?” diye sordu.

“Aldılar, merak etme.” diye cevap verdi annem. İlk kez yalan söylediğine şahit oluyordum.

“Okulda ne derlerse desinler aldırma sen, derslerini çalış.” derken “Çiçek Yılmaz görüş bitti.” diye bağırdı asker.

Okulda “Ablan orospu olmuş.” diyen de “Ablan anarşist olmuş.” diyen de “Ablan hem orospu hem anarşist olmuş.” diyen de vardı. Ama ben biliyordum ki ablam, geceleri kalkıp üzerimi örten, bana şiirler ezberleten, en kıyağından sucuklu yumurta yapan, beni sinemaya götüren ablam, onların dediği gibi biri değildi.

Salça fabrikasındaki işinden, ölen babamın ve ablamın anarşist olduğu sebebiyle kovulan annemin evlere temizliğe gittiğini Sabiha teyzeden komşularla konuşurken duymuştum. Utanır da üzülür diye hiç sormadım doğrusunu anneme. Zaten eve geldiğinde ellerinden, üzerinden, başından yayılan çamaşır suyu kokusu her şeyi anlatıyordu.

Son gittiğimizde ablam görüşe çıkmamıştı. Getirdiklerimizi idareye bırakıp gerisin geriye eve dönmüştük.

O gece Nurcan abla yine dutu siper yapıp verdi yeni haberi, “Asiye abla, Çiçek koğuştakilerle birlikte açlık grevine başlamış.” Kapıda yığılıp kaldı annem. Görüşe çıkmama sebebini şimdi anlıyorduk.

“Kim yiyecek şimdi götürdüklerimizi?” dediğimde annem öyle bir hırsla çekti ki beni içeriye divana savruldum. Sofrayı toplayıp masanın üzerinde ne var ne yoksa lavabonun altındaki çöp tenekesine boşalttı. Hırsla sokağa çıkıp çöp bidonuna attı. Hiçbir şey demeden annemi korkarak izliyordum. O güne dek hiç görmediğim kadar hızlı hareket ediyordu. Ayaklarımı divanın üzerine toplamamı söyleyip çalı süpürgesiyle evi baştan sona süpürmeye girişti. Yetmedi gecenin o vakti salondaki koca halıyı sırtlanıp bahçeye çıkardı. Dutun en sağlam dalına astı. Eline aldığı çamaşır tokmağıyla saatlerce vurdu da vurdu halıya. İlk başlarda sokak lambası ışığında uçuşan tozlardan eser kalmamıştı ama annem durmuyordu. Tokmağın halıya vurduğu seslere koşup gelen Sabiha teyze ve diğer komşulara aldırmadan devam etti halıyı dövmeye. Bekçi düdükleri, sokaktan geçen askeri araçlara dönüp bakmadı bile. Neden sonra tokmağı bahçenin bir köşesine fırlatıp yığıldı olduğu yere. Kapının eşiğinde durmuş ona bakıyordum. Son gücüyle elini kaldırıp yanına gitmemi engelleyen bir hareket yaptı. Soba sönmüş ev soğumuştu. Battaniyeleri üzerime örtüp, pencereden annemi izlemeye başladım. İki elinin arasına aldığı başını sallayıp duruyordu. Neden sonra girdi içeriye.

“Kalk yerine yat. Sabah erkenden ablana gideceğiz.” dedi.

O gece hiç uyumadı ama kırklık ampulü de hiç yakmadı.

Artık tutamadığım ellerini cebine sokmuş hızlı hızlı yürüyordu. Birkaç kez buzda kayıp düşmeme aldırmadı. Üstelik kahvaltı da hazırlamamıştı. Fırının önünden geçerken aldığı ekmeği elime tutuşturup yürümeye devam etti. Dolmuş sırasında bekleyenlerin bağırıp çağırmalarına aldırmadan en öne yürüyüp bindik dolmuşa. Öyle bir bakıyordu ki şoför sesini çıkarmadan gaza basıp yola çıktı.

“Beslenmeye ikna edemiyoruz. Böyle devam ederse başına geleceklere hazır olun. Tuttukları yol yol değil.”

Diğer askerlerin, komutanım dediği adam yavaş yavaş ve sakince konuşuyordu.

“Sadece şekerli çay, su ve sigara içiyorlar.”

Ablamın neden böyle bir şey yaptığını anlayamıyordum. Evde o hafta yemek pişmedi. Ben ara sıra komşuların kapı aralığından verdiği yemekleri yiyordum. Annem ise sadece çay ve sigara içiyordu. Hastalandı sonra. Hareket bile edemiyor ayağa kalkınca başı dönüyordu.

Nurcan abla, “Çiçeğin durumu kötü, üstelik açlık grevini bırakıp ölüm orucuna başlamışlar.” dedi. Annem yine hiç konuşmadı.

Rahmetlileri arayamayacağıma göre –aman uzak dursunlar-ı arayabilirdim. Annemin defterini Nurcan ablaya verdim.

“Çoğu telefonu açmıyor, açanlarsa aman bizi karıştırmayın veya tanımıyoruz öyle birilerini diyorlar.” diyerek ertesi gün geriye verdi defteri. Sabiha teyze ve kocası söylene söylene annemi sırtlayıp hastaneye götürdüler.

Döndüklerinde annem yoktu. Ben de birkaç gün onlarda kalacakmışım. Öyle dediler. Sabiha teyze elinde buruş buruş olmuş ablamın bir fotoğrafını düzeltmeye çalışarak televizyonun üzerindeki vazoya dayadı. “Koynundan zor aldık. Dayamış memelerine.” diye anlatıyordu başörtüleriyle ağızlarını örterek fısıldaşan öbür komşu kadınlarla.

Annem eve döndüğünde çok zayıflamıştı. Bütün gün battaniyenin altından kalkmadan yatıyor, sigara bile içmiyordu. Okullar şubat tatiline girmişti, ben hâlâ komşuların getirdiği yemekleri yiyor ara sıra da anneme zorla yedirdiklerinde mutlu oluyordum. Dutun alçaklardaki kuru dallarını kırıp tutuşturarak, sobayı yakmayı öğrenmiş, fırından ekmek almaya başlamıştım. Annem sık sık, “Bugün kaçıncı gün?” diye soruyordu. Ben de her gün kopardığım takvim yapraklarını sayıp cevap veriyordum. O gün yirmi dördüncü gündü.  

“Bugün gidelim.” dedi annem.

“Belki güzel bir haber alırız.”

Televizyonda canımıza ve malımıza kasteden arananların listesi okunuyordu. Öylesine uzundu ki liste bu kez sonuna kadar dinlemedi annem. Acelesi vardı. Üzerini değişirken göğsünden çıkardığı ablamın fotoğrafını yeniden yerleştirdi göğüslerinin arasına.

Kapıdan çıkmak üzereyken Nurcan ablayla burun buruna geldik. Bu kez “Asiye abla.” demedi. “Çiçek’ten haber var.” demedi. Dutun ardına da saklanmadı. Hatta annemin yüzüne bile bakmadı. Ablamın eşikte duran ayakkabılarına gözünü dikip tam konuşacakken “Sus!” dedi annem. Sonra Dut ağacına dikti gözlerini.

“Bunu kesmek gerek artık.”

Editör: Aydın Kayabaşı

İbrahim Bayık
Latest posts by İbrahim Bayık (see all)
Visited 9 times, 1 visit(s) today
Close