Yazar: 18:03 Öykü

Nowhere Yet

“İçimde bulduklarımı dünyada kaybettim.” Bu sözleri babam; annemle gerdeğe girdikten üç beş ay sonra, ben doğmadan birkaç hafta önce ve kendini eski evimizin bodrumunda, sızdıran çatlak su borusuna asıp intihar etmeden birkaç dakika önce yazmış. Ah baba! Keşke benim de ölüp giderken arkamda bırakabileceğim afili bir son sözüm olsaydı! Ama yok. Halbuki bütün yaşamım boyunca ölmeye yaraşır bir söz bulma umuduyla zaman geçirdim. Kendimi öldürmeye değecek değerde bir laf bulabilsem, hemen oracıkta canımı almaya hazırdım hep. Ama yok, bulamadım. Ve korkarım bulamayacağım da…

Kasiyer, içinde para olduğuna adım kadar emin olduğum banka kartımın yetersiz bakiye dolayısıyla çalışmadığını üçüncüye söylediğinde pos cihazını kafasına geçirmek istiyorum. Zaten bana bu haller ara ara gelir. Girdiğim işletmelerin, dükkanların hemen dört köşesine bakar, bir kamera var mı yok mu diye kolaçan ederim. Dolmuş falan kullanırken gittiğim rotaları ve giriş çıkış noktalarını iyice ezberler, bir gün burada birini öldürsem ya da başka bir suç işlesem bundan paçayı sıyırabilir miyim diye düşünüp dururum. Hoş, birini öldürmek istediğimden falan değil. Ben, ne derler, bir küçük karıncayı bile öldüremem. İçimden de gelmez birilerine zarar vermek. Bir şeyleri kırıp dökmek, benim huzurum değil. Yine de bir marjinallik yapasım tutar diye düşünürüm bunu. Evet, bir marjinallik olsun diye. Şehre ve makinelere, dünyaya ve düzene bir can gelir diye belki. Rutine bir farklılık getirmek için, en radikal çözümlere bile yükselirim bazı bazı.

Manavdan çıkıp eve giderken aldığım üç muzu ve iki elmayı düşündüm. Muzları haftalık, elmaları günlük aldığımı yeni fark ettim. Çünkü her hafta altı gün yalnız iki elma alırken diğer bir gün bu elmaların yanına üç de muz ilave ediyorum. Neden mi? Çünkü rutine bir farklılık getirmek için en radikal çözümlere öyle her zaman yükselemem.

Sevgilisi olan bir kızla yatıp duruyorum, Duru. Nişanlı veya evli olsa daha çok hoşuma giderdi belki ama böylesi de hiç fena değil. İdare ediyoruz işte. İnsanların kaybedebilecekleri şeyler ne kadar çoksa o kadar severim onları. Büyük yenilgileri destansı zaferlere yeğlerim ben. Çocukken bile en sevdiğim süper kahraman hikâyeleri, hani şu şeytani baş kötünün yenilmez süper adamı kevgire çevirip kepaze ettikleri olurdu. Yenilmez olanın pespaye oluşunu izlemeye bayılıyorum. Öyleyse babama neden bu kadar kızıyorum? Freud “Baba anneyi çocuğun elinden alan kudretli tanrıdır; hayatlarımızı onunla olan kavgamız şekillendirir,” demiş. Sen öyle san Freud! Annemi babamın elinden alan bendim. Varlığıma katlanamayan ve kendini kıçı kırık bir boruya asan oydu, o yenildi, hah! Yine de bu devin yenilgisinden diğer mağlubiyetlerden duyduğum zevki duyamıyorum. Daha çok içimi burkuyor bu durum. Sanki içimde, tam noktasını soracak olursanız göbek deliğimle kasıklarım arasında bir yerlerde bir mengene ruhumu sıkıştırıyor gibi hissediyorum bazen. “Babası kendini asan çömez!” diye sesleniyor bütün insanlar ve bütün nesneler sanki bana. “Babası kendini öldüren çömez! Ne güne duruyorsun, sen de ölüp gitsene hadi!”   

Üç muzun ikisini yedim ama haftanın bitmesine hâlâ iki gün var. Demek ki bu hafta aceleci davranmışım. Ne dersiniz, yarın, yani hafta henüz bitmeden bir muz daha alıp rutini iyiden iyiye bozmalı mıyım sizce? Bilmiyorum. Zaten son zamanlarda hiçbir şey bilmiyor gibiyim. Tüm gün, her gün insanların en iyi bildiğimi zannettikleri şeyleri yapıyor gibi davranıp paramı kazanıyor, paramı harcıyor, kadınlarla flörtleşiyor, adamlarla kavga ediyor, yatıp uzanıyor, uzanıp yatıyorum. Bu işte, tüm hikâyemiz bu. “Beklerken yaşamak/ Yaşarken beklemek/ Ve yaşayıp beklerken ölmek,” kimin şiiriydi bu? Sahiden böyle değil mi işte? Yazgımız, mutlu olduğumuz yalanıyla acılar çekerek ölümü beklemek. Ölümü beklemek, yaşamdan kaçarcasına.

Duru’yla görüştük bugün. Bana yine, yeni, yeniden sevgilisinden ayrılacağına ve “happily ever after” olacağımıza dair sözler verdi. “Buna hiç gerek yok güzelim,” dedim (evet, güzelim derken yanak kaslarım epey zorlandı). Dedim demesine ama beni onun bunun çocuğu olarak bellememesi için devamını söylemedim. “Hiç gerek yok güzelim, ayrılırsan yüzüne bile bakasım gelmeyecek. Kirlerinden arınmak, yani temizlenmek tüm güzelliklerin katilidir. Her türlü estetik ve manevi haz, kötülüğün ve ahlak dışılığın kolları arasında… Sakın ondan ayrılma güzelim, bırakıp giderim seni.” 

Metroda, dönüş yolundayken az ötemde yaşlı adamın teki yere kapaklanıp titremeye başladı. Bilinci kapalı gibiydi. Epilepsi? Adamın dört yanına insanlar doluşup yardımcı olmaya çalıştı. Biri vagonda doktor olup olmadığını soruyordu. O an doktor olmayı düşledim. Ah, doktor olsaydım da tüm umursamazlığımla adama yardım etmekten kaçınsaydım! Doktor olsaydım da doktor ararlarken çıt çıkarmadan dursaydım öylece! Vagonda olma ihtimali olan doktoru kıskandım. Hem, nedir bu tantana sanki? Yere kapaklanıp titreyen adamı da kıskanıyordum sonuçta ben. Şu an olduğum kişi olmaktan, tüm gücüm ve yaşamımla burada dikilebiliyor olmaktansa herkes olmayı kıskanıyordum hep. Adamın, ölüme yaşamdan daha yakın oluşuna ve her an kolaylıkla ölebilme ihtimaline haset ediyordum.

Çocukken, bazı günler okuldan eve erken geldiğimde annemi odasında babamın resimlerine bakar halde bulurdum. Artık çoktan tek kişilik bir yatağa geçmiş olan annem bazanın üstüne tüm resimleri dizmiş, gözleri dolu, içli içli ağlıyor olurdu. O an, belki de Freud’un dediklerini henüz bilmiyor olduğumdan, babamdan değil kendimden nefret ederdim. Yere düşüp kapaklansam ve titremeye başlasam annem benim için de üzülür müydü? Ben de babam gibi ölüverseydim bana da ağlardı belki annem. Yazık ki bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz çünkü ölemiyorum. Ah, sanırım ben kahrolası bir ölme engelliyim.

Metrodan indim, evime doğru yürüyorum. Kartal’da, meydanın hemen berisinde gençten bir çocuk elime bir broşür tutuşturup soruyor. Hayvanları sever misiniz efendim? Sorusuna soruyla yanıt vererek şaşırtıyorum onu. Yoksa siz hâlâ Dorian Gray’i okumadınız mı? Suratıma abuk sabuk bir bilmece gibi bakıyor. Mayışmış bir ölüm gibi bakıyor suratıma. Ya, diyorum. Cevaplanamayacak sorular sorulmaz insanlara işte. Çocuğa başka hiçbir şey demiyorum ama sorduğu sorunun cevabına sahip olmak rahatsız ediyor beni. İnsan da bir hayvandır, diyor içimdeki ses. Ve ben insan sevmiyorum.

Hah! Bu işte, evet evet kesinlikle bu olmalı! Derhal eve koşup bir kâğıda not alıyorum bu son söylediklerimi. Biraz şairane duruyor ama yapacak bir şey yok, babam kadar olamıyorum. Yazıp bakıyorum son bir kez ve tamam diyorum. “Siz hâlâ Dorian Gray’i okumadınız mı? Ve ben insan sevmiyorum.” Bodruma inip sızdıran su borusuna gemici düğümü atıyorum. Yazdığım notu masaya koyuyorum. Sonra dolaptan bir dolu şişe 70’lik Macallan. İçip dururken gözümü su borusundan ve ipten alamıyorum. İşte, bu gece her şey bitecek. İçiyorum, içiyorum, içiyorum.

Bodrumun soğuk betonunda sızıp uyuyakalmışım. Sabaha karşı uyanıyorum. Tıraş olup üstüme başıma çeki düzen veriyorum. Bodruma geri inip boruya bağlı ipi ve masanın üstünde duran notu alıyorum. Notu buruşturup odamdaki çekmeceye, diğer yüzlerce notun yanına; ipi de çorap sepetine, her zaman durduğu yere bırakıyorum. Evden çıkıp işe gidiyorum, işten çıkıp manava. İki elma alıp hiç muz almıyorum. Kasiyer banka kartımda bakiye olmadığını söyleyince çıkarıp nakit veriyorum. Oradan Duru’nun yanına geçiyorum. Sonra dönüş yolunda, metroda yere düşüp titreyen adamın numara yapan bir dilenci olduğuna iyice emin oluyorum. Metro çıkışı elime tutuşturulan duyarlılık broşürünü alıp yoluma devam ediyorum. Eve gelip başka bir kâğıda başka bir not yazıp alkolden sızana dek su borusuyla bakışıyorum. Sızıyorum. Sabaha karşı uyanıyorum. Tıraş olup üstüme çeki düzen veriyorum.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Mete Özyılmaz
Latest posts by Mete Özyılmaz (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close