Kuşların, uçarken durmaksızın ötüyor olmalarına her zaman şaşırmışımdır. Özellikle hava kararırken gökyüzüne bakmaktan duyduğum zevkten ötürü kendimi penceresiz bir odaya kilitlemeyi isterim. Yalnızca bana özel olan kişisel zevklerimden arınmadıkça gerçek bir ‘havalı’ olamam. Fakat bunlardan tam olarak arınamayacağımdan eminim. Bu, ölüm orucu gibi bir şey olurdu sanırım. Nasıl yazacağımı unuttuğum zamanlarda olduğum için tam olarak neyden bahsedeceğimi de bilmiyorum. Yazmayı başardığım zamanlarda bu kendiliğinden olur, belli bir konu belirlememe gerek kalmaz. Yazar olmaya karar vermiş olan (buna karar verdiği zamanı kimse hatırlamaz) ve bu işi gerçekten yapabilecek potansiyeldeki insanlara otomatik olarak lütfedilen bazı özellikler vardır. Bunlardan bir tanesi de yazmaya başladıkları anda vücudun beyin kısmında oluşmaya başlayan uydurma anılardır. İyi bir öykü yazmayı hedef edinen herhangi bir yazar, yazdığı öykünün ne kadar iyi olduğunu asla anlayamaz. Hatta gelmiş geçmiş en büyük editörlerin gözden geçirmesiyle aldığı notlar gayet olumlu olsa bile kendisinden nefret etmeye devam eder. Bir yazarın en büyük özelliklerinden biri de kendisine olan nefretidir. Kişiyi yazmaya iten şey, aynaya her baktığında hissettiği tiksintidir. Ayrıca, bu tür insanlar şöyle bir çelişkiyle karşı karşıya kalır; görünüşlerinin, yaptıklarının, ahlakının ve sevgisinin ne kadar mükemmel olduğunu sürekli sorgular. Fakat her seferinde elde ettiği sonuç kendisinden tiksindiğidir. Bu durum fark edildiği an keyif kavramına veda eden yazarlar, pastoral bir bağlılıkla dünyaya sarılır. Örneğin, az pişmiş bir bifteğin yanında kırmızı şarap içmekten hoşlanır. Hatta bunu kendisine görev edinir. Çünkü burjuvazi bunu emreder ve yazar olan kişi genellikle asil hissetmek ve toplum tarafından da öyle görülmek ister. Fakat bu, yazarlık hayatının tümünü kapsayan bir şey değil, yalnızca dönemseldir. Yeteri kadar olgunlaşmak için atılması gereken önemli adımlardan biridir.

Neden yazarlıkla ilgili bir şeyler söylediğimi bilmiyorum. Son dönemde yaptığım okumaların etkisinde kalmış olmalıyım. Büyük yazarların, “yazdıklarınızı yırtın, silin, çöpe atın” gibi tavsiyeleri üzerine biraz düşündüm. Bu cümleyi hiç kitap okumamış insanlar bile duymuştur. Ben de senelerdir duyuyorum ama bu düşünceye asla katılamıyorum. Bundan on sene önce yazdığım rezalet denemelerimi her okuduğumda kendime olan nefretim artıyor ve bu şekilde kaleme tekrar sarılabiliyorum. Geçmişte yazmış olduğum bir yazıyı çöpe atmış olsaydım, kendimi kendimle eğitme konusunda başarılı olamayacaktım. Bu, bir sırrı gerekmediği halde sonsuza kadar saklamakla eşdeğer olurdu. 

Aslında bahsetmek istediğim konu bu değildi. Kurduğum ilk cümleden de anlaşılacağı üzere kuşlardan ve gökyüzünden bahsedecektim. Roman yazmaya başlamadan önce gökyüzüne bir şair gibi bakardım. Gördüğüm mavilikte, siyahlıkta ya da lacivert tonunda geleceği görürdüm. Oraya baktığımda hem dayanılmaz bir acı çekerdim hem de kendimden daha fazla tiksinmemi sağlayacak bir mutluluk duyardım. Fakat roman yazmaya başladığım zaman bulutların benimle konuşmaya çalıştığını, ömrüm boyunca gözlerimi dikmiş olduğum o sınırlı sonsuzluğun bana bir şeyler anlatmak için yanıp tutuştuğunu anladım. Böylelikle çaresiz hissettim. Şairlerden ve şairlikten keyif almaya devam ediyor olmama rağmen onlardan nefret etmeye başladım. Bütün duygularımın iç içe geçmiş bir zincir gibi çeliştiğini, içimde fazladan kişiliklerin olduğunu fark ettim. Ne zamanki dünyevi bir durumun gözlerimde olumlu bir ışık yaratmış olduğunu hissettim, işte o zaman kendimi bir odaya kapattım. En kalın kumaşlarla perde yaptım ve karanlığıma hiçbir ışık huzmesinin girmesine izin vermedim. Bir baykuş gibi odamın köşelerine tünedim. İnsan böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında ne yapacağını bilemez. Bu da insanı depresyona, duş alma isteğinin azalmasına, çok yemeyi ya da hiç yememeyi tercih etmesine sebep olur. Hatta bazı durumlarda gülmesi gerekirken gözleri dolar, büyük bir karmaşanın içine girer ve oradan nasıl kurtulacağını bilemez. Çaresizlik kavramını açıklamak için yeterli bir örnek olan bu meseleyi gözden geçirmek, ondan kurtulmak için çaba göstermek de anlamsızdır. 

Hiç kimse, ne ile yetineceğini tam olarak bilemediği için kendisini ufak hayaller kurarak teselli eder. Örneğin, iki katlı bir evin hayalini kurarken duvarları ortadan ikiye yarılmış bir gecekonduda yaşamayı bir lütuf olarak görür, sahip olduğu şey elinden alınmasın diye varlığından emin olamadığı ve içten içe her zaman reddetmiş olduğu hayali varlıklardan medet umar. İnsanı bu duruma sürükleyen şey belki kapitalist dünya düzeni, belki de komünizm hayalidir. Sonuçta bizleri bu hülya alemine sokan şey de kapitalizmin ta kendisidir. Dolayısıyla, yapabileceğimiz bir şey var; hiçbir şey yapmamak konusunda harekete geçmek. Çabalarımızın olumlu sonuç doğurmayacağından emin olarak kitaplığımızdaki tüm kişisel gelişim kitaplarını yırtıp atmak ya da geceleri loş ışığın altında oturup pencereden dışarıyı seyrederken sarayları, içinden bal akan nehirleri düşlemek yerine gerçekliğe, karanlığa sarılmayı tercih etmek hayat açısından daha olumlu sonuçlar doğuracaktır. Tabii ki bahsettiğim mesele sizi mutluluğa sürüklemeyecektir. Zaten asıl amaç mutluluktan vazgeçmektir. Çünkü mutlu olma isteği insanı bu dünyadan alıkoyar ve avına yaklaşan bir yılan gibi sinsice hayatımızı yok eder. Önemli olan mutlu olmak değil, mutluluğu tam olarak kavrayıp, onunla yaşayamayacağımızı anlamaktır. Belki de binlerce yıldır çözülememiş olan mutluluğun tanımı tam olarak budur.

Talha Çakan
Latest posts by Talha Çakan (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close