Mürsel Çavuş kimdir?

Bulgaristan’da Haskovo’da doğdu ve yedi yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. İ.Ü. İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. 1992 yılından beri çeşitli dergilerde muhabirlik, yazı işleri müdürlüğü, yayın yönetmenliği ve editörlük yaptı. 2013 yılından beri bağımsız çalışıyor ve geliştirici editörlük yapıyor. Editörlük ve kitap yazma prosesi konusunda eğitimler, seminerler veriyor.

Mürsel Çavuş ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiye geçelim:

Okuyucularımız için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Ben okumayı, yazmayı, sanatın her dalını seven ve hayatına dahil eden bir ailede büyüdüm. Balkan topraklarının ve dört imparatorluğun başkenti olan İstanbul kültürünün içinde yetiştim. Kendimi bu anlamda çok şanslı sayıyorum. Ailemin mesleğinden dolayı zamanımın çoğu hastanede geçti, doktorlardan, sağlık personellerinden çok şey öğrendim. Onun haricinde kendime okuyarak, yazarak çok yatırım yaptım. Sevdiğim işi yapmayı seçmek de hayatımın en doğru kararıdır.    

Sizinle tanışmam eseriniz Yaratıcı Yazarlık Defteri ile oldu. Öncelikle şunu söylemem gerekir; ben de dahil olmak üzere yolun başında olan yazarlar için gerçekten çok başarılı bir çalışma. Kitap diyoruz ama aslında bu bir defter. Yazmayı seven insanlar için oluşturduğunuz bir program var. Bu eseri size yazdıran motivasyon neydi, bize eserinizden biraz bahsedebilir misiniz? 

Üniversite birinci sınıfta (İ.Ü. İletişim Fakültesi) arkadaşlarımızla Kamuoyu Araştırmaları Odası’nda birlikte vakit geçirir, akşamları birbirimize mektuplar yazardık. Birinci yılın sonunda yazma becerimiz gözle görünür oranda arttı. Kültür A.Ş.’de iki yıl süreyle Senaryo ve Piyes Yazma Eğitimi aldığımda hocalarımızın bize verdiği ödevlerin de tıpkı bu mektuplaşma dönemindeki gibi beni çok geliştirdiğini gördüm. Ödev tek satır bir soruydu.

Formal öğrenme yüzde 30 gelişim sağlarken, deneyim yüzde 70 gelişim sağlıyor. Tüm bunları zihnimde birleştirdiğimde deneyime dayalı bir kitap/defter yapma fikri doğdu. Neden üniversitedeki yazışmalarımız gibi ya da hocalarımızın bize verdiği ödevler gibi bir Yaratıcı Yazarlık Defteri olmasın dedim kendime!  

Yazarlık kariyerinizle beraber aynı zamanda geliştirici editörlük mesleğinize de devam ediyorsunuz. Birçok yazarın kalemini okuyor ve ona uygun fikir veriyorsunuz. Elinize geçen metinleri düşündüğünüzde sizce yazarlık doğuştan gelen bir yetenek midir, yoksa sonradan kazanılabilir mi?

Yetenek dediğimiz şey, insanın zihninin nasıl çalıştığı ile ilgili bir süreç. Dünyaya baktığında ne görüyor, onu nasıl anlamlandırıyor, ne kadar hissediyor, ne kadar aktarabiliyor? Yazarların üslubundan, konu seçiminden, konuyu anlatma biçiminden bu farkları görebiliyoruz.  

Yazarlık fırına atılıp pişirilecek ve ekmeğe dönüştürülecek bir hamur olsaydı içine biraz yetenek, biraz çalışma katılması kaçınılmazdı elbette. Ancak bunlar yeter mi? Hayır. Hedef koyma, o hedefi gerçekleştirecek planlamayı yapmak, sürdürülebilirlik, dış faktörler, insanların yazabilecek deneyimlere ve olgunluğa sahip olması, bu konuda tutkulu olması gibi daha pek çok faktör var yazar olabilmek için…  

Etrafımdan gördüğüm kadarıyla, yazarken özgün kalabilmek için kitaba mesafeli olanlar veya aksine çok okuyanlar var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kitap yazmak isteyen kişilere vereceğiniz başlıca tavsiye ne olurdu?

İnsanlar birbirinden farklı yeteneklere, donanımlara, karakterlere sahip, bu herkesin kendi özgün yolculuğu. Yaratıcı yazarlar başkalarının ne yaptığına bakmadan şaheserler ortaya koyabilirken, biriktiren, belli bir edinimden sonra sentezlediği bilgilerle yapıtlarını oluşturanlar da var. Bunları gözlemlemek benim için ayrı bir keyif. Tavsiyem öncelikle herkesin kendini iyi tanıması, kendini anlamak için daha çok denemesi ve kendi yolunu bulması. Mizahı da deneyin, dramı da… Burada mesele özgünlükten ziyade değer yaratabilmekte…  

Bazı yazarların ritüelleri olduğunu biliyoruz. Mesela Virginia Wolf’un ayakta yazdığını öğrenince çok şaşırmıştım. Yazmak için ritüel yaratmak şart mıdır, yoksa bu ritüeller alışkanlık edinmenin oyunlaştırılmış hali olabilir mi? Bu konuyu açmışken, sizin belirli okuma veya yazma ritüelleriniz var mı? 

Ritüel örüntülerine baktığımda iki ana eylem var; yazarların düşünmeye ayırdıkları zaman (yürümek, arkadaşlarıyla sohbet veya yaptıkları tuhaflıklar) ve yazdıkları zaman. Yaşamadan, düşünmeden, kurgulamadan yazılmaz ve tüm ritüeller buna hizmet eder. Yani her şey totalde yazmakla ilgili. Benim tek ritüelim her sabah 10.30’da bir Türk kahvesi içmek, kahve günümün çıpası. Beni güne sabitleyen şey. Programımı bu kahvenin öncesi ve sonrası şeklinde tasarlıyorum.   

Yazarlar için vazgeçilmez şeylerden biri de ilham. Bu konu tartışmalı çünkü ilham gelmesini beklerken birçok güzel konu yarım kalabiliyor. Size göre iyi bir kitap için ilham mı daha önemlidir, disiplin mi?

İlham bir insanın deneyimlediği şeylerin zihnin süzgecinden geçerek bir eser olarak vücut bulmaya hazır hale gelmesidir. Bu sürecin tamamlanması kesinlikle daha iyi ürünler ortaya çıkmasına hizmet eder fakat disiplin olmadan ilhamın hiçbir anlamı kalmaz. Çünkü süreklilik olmadan ortaya bir eser çıkamaz. O yüzden bu iki kavram ying ve yang gibi bir bütün. 

Kitabınızın ana temalarından biri, düzenli olarak çalışmak. Yazarlar sizce bu sürdürülebilirliği nasıl taze tutabilir?   

Hedef koymak çok önemli. Mesela bir ay her gün yazacağım hedefi koyarsınız. Sonra 60 gün yazmayı hedeflersiniz. Üç ay düzenli yazdığınızda aşağı yukarı tarzınız, yönünüz belirmeye başlar. Bir yılın sonunda bir kitap yazmayı hedeflersiniz. Burada sadece nicelik değil, nitelik de önemli. Bronte kardeşler büyüyene kadar yüzlerce roman yazmış ve akşamları şöminelerinin başında birbirlerine okumuşlar. Sonunda her birinin edebiyat tarihine geçen eserleri oldu. Ancak edebiyat tarihine geçen bir roman yazana kadar yüzlerce roman denemesi yazdılar. 

Yeni yazarların veya yazar adaylarının merak ettiği konulardan biri de kitabın türü. Şu ikilemi çok fazla duyuyorum: Yazdığım türden devam mı etmeliyim, yoksa farklı alanlarda da mı yazmalıyım? Nazım Hikmet’in bir polisiye denemesi var ama Nazım Hikmet genel olarak şiirleriyle bilinir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Denemeden bilemezsiniz. Denemenin de hiç sakıncası olmaz. Bazen bilinmek ve kendini gerçekleştirmek farklı şeylerdir. Borges şiirlerini daha çok önemsiyordu. Şiir yazacağım diye öyküden vazgeçseydi, edebiyat dünyası büyük kayıp yaşardı. Öyküye geçme kararında körlüğünün etkisi var, körken şiir yazması zorlaşıyor ve öyküye kayıyor. Körlüğüne minnettarız! 

Bir kitap çıkarma serüveni -tabii siz daha iyi bilirsiniz- kolay değil. Bilinen, bilinmeyen birçok yayınevinden kitap çıkıyor okuyucunun karşısına. Kitapevlerinin çok satanlarında yabancı yazarlara ait birçok kitap görüyoruz. Bununla birlikte “Ben yerli yazar okumam” diyen okuyucular da var. Bu görüş bende nedense şu soruyu sorma ihtiyacı uyandırıyor: Okuyucularda, yolun başındaki yerli yazarlara karşı bir önyargı olabilir mi, varsa bunun sebebi ne olabilir? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Tüm yargılar ampirik bir tecrübeye dayanır. Eğer okur yerli yazardan zevk almamışsa yabancı yazara kaçar. Kendi adıma yerli yazarların çok pişmeden öne çıkmaya çalıştığını gözlemliyorum. Rafa çıktığınızda tüm iyi yazarlarla rekabete giriyorsunuz. Tolstoy’u mu seçmeliyim yoksa sizi mi? İnsanlar okumaya az vakit ayırıyor, o vakitte de iyi eserler okumak istiyorlar. Bu anlamda yerli yazarlara çok iş düşüyor. Öyle iyi eserler vermeliler ki, kendilerini okutmalılar. Bir piyaniste dinleyicisi, “Sizin gibi çalmak için ömrümü verirdim” demiş. Piyanist cevaplamış, “Ben verdim.” Tolstoy da verdi. Siz verdiniz mi? 

Okur olarak kitabınıza doksan günlük bir yolculuk gözüyle bakıyorum. Birinci günden başlayıp sürecin bitişine kadar farklı farklı alanlarda yazmak, yeteneğin gelişmesiyle beraber özgüveni de şüphesiz artıracaktır. Bu program sonunda yazarın sizce ne tür kazanımları olacaktır?
Bir yazar -sanırım Balzac- yazmaya başlamadan önce çalışma odasının karşısındaki duvar hakkında bir sayfalık yazı yazarmış. Aynı soruya yüz kez de cevap verebilirsiniz. J. Cortazar’ın Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı da egzersiz kitabı gibidir, bir gün merdiven çıkmayı anlatır, bir gün saat kurmayı ya da sadece insanların kulaklarını… 

Kazanılmasını umduğum kazanımlardan biri yazma alışkanlığı kazandırmak. “Konu bulamıyorum” diyenlerde bir kıvılcım çakmak. Aynı soruyu tekrar tekrar yanıtlayarak beyni zorlamak. Aynı konuda ne kadar farklı metin üretebileceğini deneyimlemek. Bu yüzden 90 gün de göreceli.  

Yaratıcı Yazarlık Defteri dışında buna benzer başka çalışmalarınız olacak mı?

Evet, elbette olacak. Şu an bir tanesi üzerine çalışıyorum. Tabii sorular aysbergin görünen yüzü olduğu için soru oluşturma aşaması biraz uzun sürüyor. Umuyorum 2020 İstanbul Kitap Fuarı’na yetişir.

Birçok yeni yazar büyük hayallerle yazmaya başlıyor; lakin bu büyük hayaller çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla sonlanıyor. Büyük hayallerle gönderilen eserler ret yanıtı alıyor. Yazarın kendisi yayımlattığında ise ekonomik külfetiyle birlikte dağıtımıyla veya yayıneviyle sorun yaşıyor. Haliyle yazar demoralize oluyor, ara veriyor veya yazmayı bırakıyor. Bu kötümser tablonun yaşanmaması için bu yolculuğun dengesi sizce nasıl kurulmalı? 

Emily Dickinson şu an en önemli şairler arasında ama yaşıyorken öyle değildi, yaşarken neredeyse hiç şiiri yayımlanmadı, bir kez yayınlandığındaysa alaya alınmıştı. Yazma yolculuğunda yazarın beklentisi çok belirleyici. Önemli olan metin mi, yazarın kendisi mi, okurlar mı? Yoksa yayımlatmak, ünlü olmak mı? Tablonun kötümserliği sadece bir algıdan ibaret. Belki olan iyidir. 

Youtube kanalınızda yazar adayları ve kitap kurtları için yeni fikir ve bilgi veren içerikleriniz var. Bu içerikleri ihtiyaçlara ve taleplere göre mi oluşturuyorsunuz yoksa doğaçlama mı gelişiyor?

Yazar adayları yayıncılık dünyasının işleyişi hakkında pek fikir sahibi değiller. Biraz işleyişi anlatmaya çalışıyorum. Ben kurgu dışı editörüyüm ve bu tarz kitaplara yer veriyorum. Bu alanda bir kütüphane oluşturmayı amaçladım. Gelen talepleri de elbette değerlendirmeye alıyorum. 

Okuyucularımız için mutlaka okunmalı diyeceğiniz yazar veya kitap tavsiyeleriniz var mı?

Herkesin okuma gustosu farklı. Ben daha çok büyülü gerçeklik, biyografi ve iş kitapları okumaktan keyif alıyorum. Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Yuval Noah Harari’nin üç kitabı herkesin okumasını tavsiye edeceğim kitaplar. 

Bizi kırmayıp söyleşimize konuk olduğunuz için tekrar teşekkür ediyorum. Özellikle yeni yazarlar, yazmayı düşünenler için çok verimli bir söyleşi olduğuna inanıyorum. Sizin eklemek istedikleriniz var mıdır?

İnsan yazma yolculuğunda kendine çok şey devşirir. Yeni düşünceler geliştirir, kendini tanır, sınırlarını görür, kendini şaşırtır. Yazmak bazen sadece bir eylem değil bir yaşama biçimidir. Bu anlamda illa bir eser vermiş olmak gerekmez. Bazen sadece kendin için yazmak, hiç yayınlatmamak da bu yaşam biçiminin bir parçasıdır ve kişiye özeldir. Bence yazmanın şahsi boyutu es geçilmemeli. Yazma yolculuğundaki herkesin kendini keşfedebilmesini ve tanıyabilmesini dilerim. 

Umuyorum ülke olarak biz de milyon dolarlar kazandıran best seller (çok satan) ve long seller (hep satan) kitaplar yazabilen yazarlar yetiştiririz. 

Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close