Sabahlar, ruhunda kara bir yarık açardı. Gözlerini araladığı an, tavanın köşelerinde kıvranan hayali çatlaklar görürdü; onlar mı ona bakıyordu, yoksa o mu onlara? O gün, birden bir gülme isteğiyle doldu içi. Kahkahaları boğazında düğümlendi, acı bir hırıltıya dönüştü. İnsan ne kadar küçülebilirdi? Kendi içine sığamayacak kadar mı? Kendi kabuğunda sıkışan bir yaratık… Belki de ateş, bu sıkışmışlığın tek panzehriydi. Ateşi düşündü. Çatırdayan dallar, yayılmaya başlayan alevler. O ses, o sıcaklık… Kıvılcımların birer söz verdiğine inanıyordu. Yanmak, yok olmaktan daha gerçekti.
Onun adı Adran idi. Söylenince çınlayan, ama anlamını kimsenin tam çözemediği bir kelime. Her şey çok küçük başlamıştı. Masasının üzerinde duran eski bir kâğıt parçası. Bir köşesi hafifçe kıvrılmış, sararmış. Adran’ın gözü, o kâğıdın köşesine takılmış ve zihninde bir alev parlamıştı. Bir çakmak… Hafif bir çıtırtı sesi… Kâğıt önce içe doğru kıvrıldı, sonra alevin yalayıcı diline teslim oldu. Bu kadar basit. Ama o kadar güzel… Alevlerin dansı, Adran’ın kalbinde bir yerleri titretiyordu. “Bu neyin sırrı?” diye düşündü. “Bu kadar basit bir şey nasıl bu kadar büyüleyici olabilir?”
Sonra her şey hızlandı. İlk kez odasında bir mum yaktı ama mum yanarken onun yalnızca huzur vermesini istemedi. Balmumu damlalarını avucunun içine akıttı, o anın sıcaklığı bir tür armağan gibiydi. Hemen ardından eline eski oyuncaklarını geçirdi. Plastik bir arabayı bahçede yaktığında çıkan siyah duman, bir yılan gibi havada kıvrılmıştı. Ve Adran, bu yılanın başında bir kralmış gibi kahkahalar atmıştı. Bu, korkunç bir kahkaha değildi. Saf bir çocuğun oyuncağını keşfetmesi gibi bir şeydi. Alevler yükselirken Adran’ın içindeki o durgun deniz dalgalanıyor, kıyıya vuruyordu.
Sonra mağara geldi… Evlerinin yakınındaki o eski, unutulmuş mağara. İçerisi karanlık ve rutubet kokuyordu ama tam da bu yüzden büyüleyiciydi. Elinde bir koli kibrit vardı. Her seferinde bir tanesini çaktı, alevin ışığında duvarları izledi. Gölgesinin titremesine bakarak kendi varlığına hayranlık duydu. “Beni görüyor musun?” diye fısıldadı gölgesine. “Bu yalnızca başlangıç.”
Bir başka gün terk edilmiş bir lağımda buldu kendini. O kadar da pis değildi. İçeride bir şeylerin yanabileceğini fark ettiğinde yüzünde büyük bir gülümseme belirdi. Çakmağı yakıp bir şeyler tutuştururken içine dolan neşeyi tarif edecek kelime bulamıyordu. Bu, bir çocuğun kurduğu kuleyi yıkması gibi bir şeydi. Ama o kuleyi yeniden yapmak yerine küllerin arasında dans etmeyi seçmişti.
“Daha fazlasını istiyorum,” dedi kendi kendine. Ama bu bir açlık değildi. Bu, yalnızca bir oyundu. Ateş, onun sırdaşı olmuştu. Her kıvılcım, ona bir şarkı söylüyor gibiydi. Ve Adran, o şarkıyı duydukça neşeleniyordu. Ama oyun dediği şeyin sınırlarını bilmiyordu. Sınırlar, her defasında biraz daha uzaklaşıyordu. Ateş büyüdükçe Adran’ın içinde yankılanan kahkahalar da büyüyordu. Bu kahkahalar saf bir mutluluk muydu, yoksa bir şeylerden kaçmanın gürültüsü müydü? Bunu kendisi bile anlayamıyordu.
Adran ateşi tanıyordu. Onun canlı bir varlık olduğunu, kıvrıldıkça büyüyen, büyüdükçe yutan bir şey olduğunu biliyordu. Ama o asla bir canavar değildi. Hayır, ateş bir sırdaştı. Adran’ın eline dokunmadan yakmayan ama yaklaştığında ona nefes almayı unutturan bir sırdaş.
Mağaranın soğuk taşlarına oturduğunda, elindeki kibrit kutusunu yere vurdu. Çıtırtı… Ardından bir diğer kibrit… Çak… Alev bir anlığına yükseldi ve sönmeden önce mağaranın duvarlarına kırmızı bir imza bıraktı.
“O kadar kısa ki,” diye düşündü, “ateşle aramızdaki anlar, bir soluk kadar kısa.”
Adran, kasabanın solgun sabahlarından birinde, terk edilmiş bir fabrikanın önünde durdu. Yıkık duvarlar, zamanın ve rüzgârın iç içe işlediği bir yüz gibi çatlaklarla doluydu. Fabrikanın demir kapısı, yer yer paslanmış ama hâlâ dimdik ayakta, eski bir muhafız gibi sessizce bekliyordu. Adran, içerideki karanlığın onu çağırdığını hissetti. Kapının aralığından süzüldü. İçerisi geçmişin döküntüleriyle doluydu; bozulmuş makineler, üst üste yığılmış tahtalar, duvarlarda küflü bir is kokusu… Fabrikanın içindeki sessizlik, dışarıdaki rüzgârdan daha ağırdı. Adran, burada bir şeylerin hâlâ yaşadığına ama bu şeyin görülemeyecek kadar karanlık olduğuna inanıyordu. Aydınlanmalıydı. Elindeki kibriti çıkardı. Parmağı kibrit çöpünün pürüzlü yüzeyinde gezindi. Gözlerini kapattı ve içindeki o tanıdık sesi dinledi. Sanki bir fısıltı, “Yak, Adran. Karanlığın içinde saklı olanı gör,”dedi.
Adran bir kibriti çaktı, alev bir anlığına parladı. Küçük, zayıf bir ışık. Ama ne kadar da güçlüydü! O an fabrikanın gölgeleri harekete geçti, kıvrıldı, eğildi ve sonra sessizliğe karıştı. Adran, elindeki alevin fabrika içindeki gölgeleri nasıl şekillendirdiğini izledi. Bu gölgeler, ona masallardaki karanlık hikâyeleri hatırlatıyordu; şeytanın Zerdüşt’ün ateşiyle savaşı, insanın karanlıkla olan antik bağı, yıldızların karanlıkta sönen ışıkları… Fabrikanın köşesine yığılmış eski tahtaları fark etti sonra. Onları dikkatlice bir araya getirdi. Her biri, bir başka yangının arta kalan hatırası gibi göründü gözünde. Ateşi tutuşturduğunda duman yükseldi. Duman, fabrikayı dolduran o eski kokuyu da beraberinde göğe taşıdı. “Bu, göklere bir mesaj,” diye düşündü. Alevler yükselirken Adran, bir tür sarhoşluk hissine kapıldı. İçindeki neşe, yer yer kontrolsüz kahkahalarla dudaklarından dökülüyordu. Bu kahkahalar, boş fabrikanın duvarlarında yankılandığında Adran bir an sustu. Kendi sesinin bir yansıması gibi duyduğu bu yankı, ona şeytanın karanlık yüzünü hatırlattı.
“Adın yok,” diye düşündü, “ama hep varsın. Ateşte, karanlıkta, boşlukta. Seni görmeden tanıyorum.”
O gece, kilise yıkıntısına gitti. Kasabanın en eski yerlerinden biriydi burası. Çatı çoktan çökmüş, duvarların çoğu yosun ve küf içinde kaybolmuştu. Ama kilisenin ortasında hâlâ ayakta duran o taş sunak, bir anıt gibi oradaydı. Adran, bu sunağın eskiden nasıl kullanıldığını hayal etti. Tanrı’ya sunulan adaklar, dualarla yükselen ışıklar… “Ama şimdi burada sadece ben varım ve benim Tanrı’m yok. Benim dualarım yok. Sadece alevlerim var.” diye düşündü. Taş sunağın üzerine kuru dallar koydu, etraftan topladığı eski kumaşları ekledi. Alevler, burada daha da yüce bir şekilde yükseldi. Adran, ateşin dansını seyrederken onun canlı olduğunu düşündü. Alevlerin arasında şekiller gördü: bir yüz, bir pençe, bir kanat… “Ateşin içinde her şey var,” diye fısıldadı, “ve her şeyden sonra sadece kül kalır.” Ateş… Bu dünyaya ait değildi sanki. Onun bir ışıkta gördüğü her şeyin ötesinde bir şeydi. Ateş, bir dilekti. Ateş, bir vaatti. Adran bunu bilir ama bu bilgiyi tutamazdı. Bir zamanlar kara deliklerin ortasında bir yerde var olan bir şeyin, şimdi kibritin ucunda titreştiğini hissederdi.
Sonra büyük yangın geldi.
O sabah kasaba, ağır bir sessizliğin altında uyanmıştı. Fabrikanın bacaları dumansızdı, kilisenin çanı çoktan paslanmıştı, meydandaki çeşme yıllardır akmıyordu. Ve birden her şeyin ortasında bir ışık belirdi. İlk önce bir kıvılcım sonra yükselen bir duman, sonra göğe uzanan bir dil… Ateşin dili vardı, bunu biliyordu. Ama anlayamıyordu. Turuncu dillerin kıvrılıp bükülüşünü, çıtırtılar arasındaki fısıltıları… Adran yıllardır bu dili çözmeye çalışmıştı. Yangın büyüdükçe Adran’ın içindeki fısıltılar da büyüdü. “Benim hikâyem nerede başladı?” diye düşündü. Ama bu düşünce, dumanların içinde kayboldu. Alevler, onun içindeki bütün hikâyeleri ele geçiriyordu.
Sonunda yangın söndü. Kasaba, küllere gömüldü. Adran, yangının ortasında, kül rengi bir çocuk gibi duruyordu. Ellerinde yanmış bir kibrit kutusu, gözlerinde ise neşe ile kederin tuhaf karışımı vardı. O an bir şey fark etti. Ateşin asla kendi başına yanmadığını. Ateşin bir hikâye olduğunu. Ve bu hikâye, artık onun değil kül rüzgârlarının anlatacağı bir masaldı. Bir süre sonra kasabanın kalıntılarından uzaklaştırılıp kliniğe götürülmüştü. Diğer yangınlarla birlikte tüm bu felaketlere onun sebep olduğu anlaşılmıştı. Adran kliniğin ilk gecesinde, loş koridorların ışığında uzun süre tavanı izledi. Zihninin içinde yankılanan sesler vardı derinlerden gelen, tanımlanamayan bir uğultu.
Günler sonra Lamesh oğlunu görmeye geldiğinde klinik bahçesindeki rüzgâr yaprakları döndürüyordu. Lamesh, oğlu oturduğu bankta öylece hareketsiz dururken uzak bir yabancının gözlerine bakar gibi hissetti. Şalını sıktı, ince ceketinin içine sinmiş sabun kokusu keskin ve fazla temizdi. Fazla yapay. Kül kokmuyordu.
“Adran,” dedi yavaşça. Oğlunun adını söylemek sanki boş bir evin kapısını çalmak gibiydi, içeriden ses geleceğini ummak ama gelmeyeceğini bilmek gibi. Adran, başını çevirdi. “Biliyor musun anne,” dedi usulca, “burada duman kokusu yok. Hiçbir şey yanmıyor. Sadece… Soğuk bir ışık var. Ama o ışık bile yanmıyor. Huzursuz edici.” Lamesh sessizce oğlunun yanına oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirdi. Sanki yanlış bir hareket yaparsa Adran’ın paramparça olacağını düşündü. Adran o sıra hafifçe gülümsedi. Gülüşü, hiçbir neşe taşımıyordu. “Onlar bilmiyorlar anne,” dedi, “dede Zülfaz’ın o dükkânında hiç ışık olmadığını. Hangi marangoz ışık olmadan çalışır ki? Ama o çalışırdı. Ellerinin içinde hep bir şey tutuyordu sanki, kendine ait bir şey… Hareketli, sıcak ve tehditkâr bir şey.”
Lamesh’in nefesi düğümlendi. O dükkânı hatırlıyordu. Tahta yığınlarını, talaş kokusunu, köşeye dizilmiş eski aletleri. Adran oradayken huzurluydu, öyle sanıyordu. Ama şimdi, oğlunun cümleleriyle o anıların üzerine bir gölge düşüyordu. “O seni korkutur muydu?” diye sordu, sesi çatlamaya yakın bir tonda. Adran, pencereden esen rüzgârı hissetti. “Korkutmazdı,” dedi sonunda, sesi rüyadaymış gibi yavaş ve kopuktu. “Ama bir gün… Bir gün ‘pipini yakarım,’ dedi bana. Ellerinde kibrit vardı. Beni tahtaya yasladı. Ama dokunmadı. Dokunmadı anne. Hep tahtadan bahsetti. ‘Ağaç yanmayı sever,’ dedi. Sonra talaşları topladı.” Bu sözler, Lamesh’in içine karanlık bir taş gibi düştü. Elleri titredi. Oğlunun yüzüne baktı ama bir şey göremedi. Yine de her şeyden daha fazlasını hissetti. “Sana başka bir şey yaptı mı, Adran?” diye sordu, sesi fısıltıya dönüşmüştü. Adran bir an düşündü. “O beni yalnızca izledi. Külotumu çıkarmamı söyledi, ardından kibritleri teker teker çaktı. Ağaçlardan bahsetti; köklerinden, dallarının rüzgârla dansından. Sonra fısıltıyla ekledi: ‘Ellerini kullan.’ Ve ateşin hikâyesini anlatmaya başladı.”
“Adran, bunu neden daha önce söylemedin bana?” dedi, sesi boğuk ve güçsüzdü. Lamesh gözlerini kaçırdı. Kendini korumak için mi yoksa oğlunun yüzüne daha fazla bakamayacağı için mi bilmiyordu. O an babası Zülfaz’a lanetler okudu. “Adran, iyileşeceksin,” dedi. “Anne,” dedi usulca, “kül oldum sanıyorsunuz. Değilim. Kül, rüzgârla dans eder. Ama içindeki alev hep oradadır. “Anne,” dedi bir kez daha, “ağaç yanmayı mı sever, yoksa kök salmayı mı göreceğiz?”
Editör: Ekin Köklü
- Kül Mantolu Adran - 29 Mart 2025