Görür görmez anlamıştı onun ne kadar fakir birisi olduğunu. Üstü başı dökülmüyordu ama her şeye rağmen susabiliyordu. Herkes beceremezdi bunu. Dişlerini sıkmayı, yumruk yapmak yerine elini dümdüz uzatmayı ve bir de, “Kusura bakma. Çok işim var bugün” demek yerine, ha deyince ustalıkla yeni bahaneler üretebilmeyi. Yok, kesinlikle herkes beceremezdi bunları. O yüzden de gerçek bir fakirle karşılaştığı zaman, onu görür görmez şıp diye tanırdı Bekir. Bekir dediysem, öyle sıradan bir Bekir değil. Koca, koskoca Bekir’di o. Tanıyanlar tanımayanlara anlatır, tanımayanlar da Bekir’in nasıl birisi olduğunu belledikten sonra, onunla tanışabilmek için can atardı. Dilden dile dolaşan hikayeleri insanların kafasında, iri yarı, kelli felli, kapıdan belirdi mi gölgesiyle insanı boğan, tok sesli bir adamı canlandırırdı ama Bekir, kalıplaşan mahalle kabadayılarının veya kalabalık meclislerde baş döndürücü gösterişe sahip, fiyakalı delikanlılarının ucundan kıyısından bile geçmezdi. Bilakis eciş bücüş, dönüp ikinci kez yüzüne bakmayacağınız fiziksel kumaşla ortalarda dolanan, alelade bir insandı o.

  Adamın yüzüne baktı Bekir ve tabancasına davranır gibi atik biçimde cebinden parayı çıkarttı. “Al” demedi parayı uzatırken. Sessizce avuçlarının arasına dokundurdu kağıtları. Adamın başı öne eğildi hafiften. Konuşacak oldu, beceremedi. Kesik kesik öksürerek zaman kazanmaya çalıştı ve sonra gözlerini Koca Bekir’in yüzüne yerleştirdi ama ona bakmadı. Gerçekten ona bakmadan, gözlerini hiç ayırmadı Bekir’den ve “Ama bunu geri ödeyemem” dedi. “Para gideceği yeri biliyor, boş ver.” Bekir’in belleğinde hazır tuttuğu, verilebilecek en güzel karşılıklardan bir tanesiydi. Teşekkür etmeyi bile beceremeyen adam, çayını yarım bıraktı, kalktı gitti. Koca Bekir de, “Unuttuğum bir şey var mı?” diye kendine sordu, bıkmadan usanmadan her gün yaptığı gibi.

Bekir’in isminin önüne yerleştirilen sıfat, elbette insanlara verdiği güven ve her daim olaylara bulduğu çözümlerden ötürüydü. Mesela ay sonunu çıkartamayan bir memur bile tutar gelir, Bekir’e akıl danışırdı. Sonra oğlu askere gidecek olan bir baba, yolunu kaybetmiş bir meczup, karısıyla küsen koca, sevdiği kıza dil dökmesini beceremeyen aşık, birbiriyle kavga etmiş her iki arkadaş da ayrı ayrı… Tuhaf biçimde konuya bakılmaksızın, başı sıkışan her aile babası ve mahalle delikanlısı soluğu Bekir’in yanında alırdı. Bekir de nedendir bilinmez, bir kere bile oflamaz, puflamaz ve sonuca kavuşturduğu mesele sonrası, ortalarda kasılıp gezmezdi. Yine silik görüntüsüyle kalabalık içerisinde kaybolur, dosdoğru evine giderdi. İsminin başına yerleştirilen koca sıfatının nedeni, kesinlikle bu yüzdendi.

“Dur” demişti kadın Bekir’i kapıda görünce. Ve “İçeri girmeden soyun, üstündekileri teker teker çıkar” der gibi bakmıştı. Gün boyunca takındığı tavırlar, insanlarla paylaştığı duygular değiştiriyordu Bekir’i ya da karısına böyle geliyordu. Asık suratla gerçekleştirilen karşılama merasiminin asıl nedeniyse, sabah sipariş edilenleri Bekir’in elinde görememekti hiç kuşkusuz.

İçeri girince uzun soluklu bir sessizlikle geceyi tamamlayacağını çok iyi biliyordu Bekir. Onun kocalığı ve semt insanların tarafından aldığı “Koca” sıfatı, her defasında mağlup ayrılıyordu bu mücadeleden. Karısı geldi. “Aç mısın? Yedik biz az önce, seni beklemedik” dedi. Sonra eliyle mutfağı işaret ederek, “Kaldırmadım daha. Sofra duruyor” diye devam etti. “Biraz çorba içsem fena olmaz.” Hep böyle yapardı Bekir. Peşinen kafasından geçeni söyler, sonra da paparayı yiyeceğini hemen anlayıp, sıradan bir soruyla yumuşatmaya çalışırdı karısını. “Çorba yaptın mı bugün? Yemekte ne var?”

“Var. Zıkkımlanabilirsin” diye karşılık verse, Bekir de sesini yükseltir, evin içerisinde kısa süreli kıyamet kopar, her ikisi de stresini atardı. Zaten evdeki en büyük eksiklik de buydu. Ama bilindik ev kadını tiyatrolarını oynayacak kadar kendisini dinç hissetmiyordu Nazan. Evlilik yorgunluğu diye bir isim koymuştu ruh halini tanımlayabilmek için. Ve o yorgunluk, bazen konuşmasına, bazen ise bir odadan diğerine gitmesine izin vermiyordu. En mantıklı olanı yaptı, “Gel” dedi. Ona sadece “Gel” diyebilmişti. Bekir de karısının ardı sıra mutfağa gitmeyi rutinden saydı.

Kısa bir süre sonra çorbanın ılıklığından şikayetçi olmayıp kaşığını bırakmıştı kenara Bekir. Karısı çoktan oturma odasına girmişti. Koridordaki telaşın adı Perihan’dı, yani küçük kızları. Peşinden koşacak bir şey bulmuştu yine kızcağız. Babasının evden taşan yüreğini, bulunduğu yere mıhlayabilecek yegâne şeydi o. Kızın gürültüsü büyüdü, büyüdü, kıyıları döven dalga sesleri gibi coşkuyla duvarların üzerinden atlayıp geldi babasının yanına. “Baba ne yapıyorsun?” Kızının berrak bakışları arkasına gizlenebilecek hiçbir şey yoktu. “Yemek yiyorum kızım” derken, birkaç kaşıktan fazlasını almadığı tabağını işaret etmekten utanıyordu sanki Bekir. Kız sallana sallana dolandı masanın etrafında. Minik bir daire çizdi, dışarıya taşan sesi bir çocuk şarkısına işaretti. “Afiyet olsun baba” şarkının sonuna eklenmiş bir sevgi cümlesi olabilirdi pekâlâ. “Seni seviyorum” der gibi, kaçamak bakışlarıyla söylemişti bunu kız. O yüzden teşekkür etmek yerine, “Ben de seni çok seviyorum kızım” demişti babası da ona.

Odaya dönünce her şeyi bir çırpıda unuttu Bekir. Kendini dün gece bıraktığı yerden, yani koltuktan geri aldı ve televizyondaki dünyanın içerisine hızla bıraktı. Az sonra kulağına yetişecek olan karısının sesi keyfini kaçırmaya yetmeyecekti. “Pazara uğramamışsın? İşin mi vardı?” diye sormuştu kadın. Sol bacağını kıstırıp üzerine oturarak, inceden inceye Bekir’i süzerek ve kocasının mantıksız bir cümle kuracağından emin olarak, sesini yükseltmeye hazırlanarak. Kumandayla kanalı değiştirmişti Bekir. “Yok” dedi önce. Bu kadarıyla paçayı kurtaramayacağını bildiği halde şansını denedi. “Evde yemeklik bir şey kalmadı ama. Yarın makarnaya talim. Hadi biz neyse de, Perihan? Bari onu düşün. Çocuğun gelişmesi lazım. Süt, yumurta falan al bari hiç olmazsa.” Kumandayla haşır neşir olmayı sürdüren Bekir ona karşılık vermeyince, kadın hindi gibi kabarmaya başlamıştı. “Yok. O ne ya? İşin mi vardı? El alemin derdi seni gerdi yine değil mi? Yazık ya! Bıktık usandık. İş çıkışı evine gelsene herkes gibi. Kahve köşelerinde pinekleyip, iki bardak çay hatırına milletle uğraşıyorsun. Eline ne geçiyor? Sıfır.” Karşılık bulamadıkça öfkesinden güç alan kadın, dayanamayıp ayağa kalkmıştı. Mutfağa gidecek gibi yaptı, birkaç adım attı ama sonra kapı eşiğinde durdu ve Bekir’in ekrana sabitlenen durgun yüzünde soluklandı. Kocası ondan susmasını bekliyordu. O ise öfkesine ufacık da olsa bir karşılık. Çay koymaya gitmeden bir kez daha hırsını almıştı: “Koca Bekir’miş. Şuna bakın. Neresi koca? Koltukta yaylan, sus, otur öyle. Aferin. Sırtını sıvazlayanlara söyle, yarın akşam önüne yemeği onlar koysun. Tamam mı?”

Kadın mutfağa gitti, arkasından “Tamam” diye kısık sesle karşılık verdi Bekir. Odaya sonradan tutuşturulmuş bir yama gibiydi mutluluk. Televizyondaki komedi filmine bakıp, dudaklarını yaymıştı. Terliklerini yere sürte sürte içeri giren Perihan ona, yine hiç duymadığı bir şarkıyı fısıldıyordu sanki: “Ne seyrediyorsun baba?” Kız paytak paytak yürüyerek ekranın başına tünemişti. Oynayan filmi gördü, o da babası gibi gülümsedi. “Şaban!” demişti kız coşkuyla. Bekir’in ona vereceği karşılık hiç değişmeyecekti. Perihan’ın duyabileceği şekilde “Evet, gel otur kızım” dedi, içinden ise, nefesini uzatarak: “Seni seviyorum kızım.”

Kız babasının yanına oturdu ve derhal filme daldı. Bekir ise kendisiyle konuşmaya başlayalı epey olmuştu:

“Mutluluğu yalnızca kendine saklıyamıyor insan. Olmuyor. Yardım isteyenlere sırt çevirip, evde iyi aile babası rolüne inandıramıyor kendisini. Çünkü her şey bir bütün. İçerde, dışarda, konuşarak, susarak, kalbinle, beyninle… Ben o bütünü parçalara ayıramam, sizleri çok, canımdan çok sevsem bile. Özür dilerim. İyi insan olmadan iyi baba olamayacağıma inandığım için, önce Koca Bekir olmalıyım.”

Umut Kaygısız
Latest posts by Umut Kaygısız (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close