Alabildiğine uzanan tarlada çok yorulmuşlar, biraz su içebilmek için bir an önce işi bitirmeye uğraşmışlardı. Şu Uzun Mehmet başlarında nöbet beklemese, azar işitecek olmasalar, çoktan çeşmeye koşmuş olurlardı. Herif gözünü üstlerinden ayırmıyor, azıcık kaytaracak olsalar uzaktan uzağa sopasını gösteriyordu. Bir defasında Selim’in tuvaleti gelmiş, boş bir yere gidip rahatlayacak kadar da vakti olmayınca daha yeni topladıkları ürünlerin üstüne işeyivermişti. Ne felaket bir gündü! Sıcaktan nefes almaya hali kalmamış, yorgunluktan dili dışarı çıkmış Selim, üstüne bir de dayak yemişti. Feci bir sopa atmıştı ama Uzun Mehmet. Selim ile Yusuf o günü hatırladıkça çocuk ağızlarıyla adama bir küfür savururlar, fakat duymasın diye de bu savuruşu içlerinden yaparlardı.
İşin bitmesine yakın Yusuf yavaştan toparlanmaya başladı. Uzun Mehmet hemen çocuğa doğru davrandı, elinde kendisi kadar uzun sopası, koşar adım gelmeye başladı. Yusuf artık bayılmaya yüz tutmuştu, ne bu adamı ne de dayağını düşünecek hali kalmıştı. “Hayırdır paşam, erkencisin, çocuk mu bekler evde?” Çenesi kaskatı, gözleri tehditkar, çocuğun bacaklarını kendi bacaklarıyla dürttü. Yusuf sekizini yeni bitirmiş, iki sene önce de babasını kaybetmişti. Sekiz yaş, kaç ederdi? Çalışıyor, evine biraz sevdiği peynirden alıyor, bazen parası artarsa kız kardeşine karpuz kokan sakızlardan götürüyordu. Yusuf adama cevap veremedi, ters ters baktıktan sonra geri yerine döndü. “Hergeleye bak hele, bir oynayın yerinizden de kulağınızı tarlaya gömer miyim gömmez miyim görürsünüz o vakit!” Uzun Mehmet arkasını dönünce Selim Yusuf’a bir çakı uzattı. Kahverengi, bir hayli eski, ama iş görür bir şeydi. Çakıyı uzattıktan sonra eğilerek, “Bir el uzatsın da bakalım kim kimin kulağını kopartıyor, bizi eşek sanıyor, ben ona bir gün olur da adam nasıl olurmuş gösteririm,” dedi. “Kulağını keserek mi?” diye sordu Yusuf. “He ya, kulağını keserek. Gerekirse burnunu bile kopartırım. Asıl o dilini keseceksin, bak bakalım bir daha konuşabiliyor mu?” Yusuf gülmeye başlamıştı, adamı burunsuz, kulaksız hayal etti. Sonra o haliyle karşılarında dikildiğini. Her yerinden kan akardı herhalde, kırmızı, ağır kokulu, babasını son gördüğü o günkü gibi. Gülesi gelmedi, bu hayal midesini bulandırmış, başını döndürmeye başlamıştı. “Hadi oradan, adam kestin mi adam mı olursun, kim diyormuş onu?” Selim beklenmedik bu cevap karşısında sinirlendi. Yusuf’u omzundan iterek “Ağabeyim dedi, ne olmuş, beğenemedin mi?” diye sordu. Yusuf bir şey demeden sağına soluna bakındı. Kadınlar yorulmak bilmeden çalışıyor, sıcakla amansız bir mücadele veriyorlardı. Komşu kadının sırtındaki yeni doğan bebeği gözüne ilişti. Bebek o kadar zor doğmuş ki, kadın da yavrucak da öte tarafı boyluyorlarmış. Annesi anlatmıştı geçenlerde. Madem öyle evinde yataymış, dinleneymiş diye geçirdi içinden. Bunun mümkün olmadığını, daha o saniye fark etmişti. Sıcaktan tarlanın ortasında gebersen de, çalışmak, çalışmak, çalışmak… Değişmeyen tek şey buydu onların memleketinde. Selim ikinciye omzundan dürtünce kendisine geldi. “Yok, bir şey demedim. Ağabeyin söylemiş, doğrudur herhalde,” diyerek karşısındakini rahatlattı.
Zaman yine arkasından biri kovalar gibi geçmiş, işleri bugünlük de bitmişti. Tarladan çıktıktan sonra sağa doğru saptılar, Selim’in “Haydi” demesiyle beraber koşmaya başladılar. Uzun soluklu, sonunda yere kapaklanmayla biten bir koşma. Çeşmenin başına ulaştıklarında suyun ferahlığında kaybettiler kendilerini. Ellerini, yüzlerini, kıyafetlerini de bir güzel yıkadıktan sonra, tepeye doğru tırmanmaya başladılar. Bu tepeyi kendilerine yeni mesken edinmişlerdi. İki hafta önce başka çocukların da gelmeye başladıklarını görmüşler, nasıl da korkmuşlardı. Hem boyları, hem yaşları büyük çocuklardı bunlar. Onlarla baş edemeyeceklerini anladıkları zaman pes etmişler, tepenin serinliğini ve sessizliğini doyasıya çıkartmak için farklı zamanları seçmişlerdi. “Her vakit gelmek zorunda mıyız?” dedi Selim nefes nefese. Aklı evde kalmış, “Bu sefer tepeye tırmanmasaydık iyi olurdu,” diye düşünüyordu. Bugün cumaydı, çarşı günü. Ağabeyleri gezmeye gitmeden yakalayıp peşlerine takılmak için acele ediyordu. “Biraz oturur geri döneriz, hayırdır evde çocuk mu bekler?” dedi gülümseyerek Yusuf. Bir sağa bir sola yalpalayarak giden Selim artık sabrının sonlarındaydı .“Vay, Uzun Mehmet, başımıza bela mı oldun?”
Rüzgar bir anne şefkatiyle yüzlerini okşuyor, kahverengi saçlarını havalandırıyordu. Sonunda nefeslenmek için ağaca yaslanmışlar, artık türlü dünyaların hayallerine dalmışlardı. “Burayı çok seviyorum, denizi görecekmişim gibi oluyor,” dedi Yusuf elindeki otu havaya atarken. “Ben bir keresinde denizi görmüştüm, çok büyüktü, korktum yanından geçerken.” Yusuf hemen Selim’e döndü, yalan söylediğinden emindi. O çarşıdan başka bir yere daha hiç gitmemişti bile. Muhakkak birisinden duymuştur, veyahut ağabeylerinden biri anlatmıştır diye düşündü. “At bakalım, bedava nasılsa”. Selim, yalanının hemen ortaya dökülmesiyle birlikte gülmeye başladı. “Biraz daha devam etsem, kesin inanacaktın, ne diye denizi bu kadar merak ediyorsun, bazen televizyonda çıkıyor ya, illa yanına mı gidecektin? Oldu, bir de gemin olsun madem.” Yusuf hiç oralıklı olmadı, kirli başını biraz daha kaşıtsa kanayacaktı. Öyle inançlı döktü ki birden içini, “Bir gün gidersem anlatırım sana nasıl olduğunu, kumundan bulursam kum, taşından alırsam muhakkak getiririm, Uzun Mehmet’in kafasına bir armağan!”
Vakit geçmiş, evlere dağılmışlardı. Ertesi gün iş olmadığı için ne kadar huzurluydular. Tatlı saatlere analarının tatlı sözleri eşlik ediyordu ayrı evlerde. Büyük masallar hep büyük mü başlardı? Nereden dönerdi talihsiz kaderimiz? Kaç günümüz kaldığını bilmeden kaç kez daha gülümserdik? Sıcacık bedenlere ne kadar daha sarılırdık kendimizi ısıtmak için? Ne zaman biterdi bu yaşam ve gerçekten nerede başlamış sayabilirdik? Biraz daha sessiz olsak her şeyi duyabilecek gibiydik. Selim çok sakin olan bu yaz gecesi aldı şehre taşınacakları haberini. Okula başlayacağını, köyün taşıyla, suyuyla, yoluyla, toprağıyla artık işlerinin kalmadığını. Yusuf’a hemen anlatması gerekirdi. Öyle de oldu, ertesi gün bir heyecan evlerine koştu. Yusuf’un ayakkabılarını göremedi önce, sonra evden sesler gelmediğini fark etti. Arka bahçede buldu çocuğun anasını, bakkala gittiği haberini aldı. Beklemeye başladı, nasıl olsa birazdan gelir diyerek yerde bulduğu çubukla toprağı eşelemeye daldı.
Yusuf bütün sakinliğiyle elinde ekmek, bazen yere, bazen gökyüzüne bakarak eve dönüyordu. Dün gece annesiyle konuşmuş, okula ne zaman gideceğini sormuştu. Annesi önce biraz yüz çevirmiş, sonra çocuğun ısrarına dayanamayınca “Seneye” deyivermişti. Fakat daha dediği anda pişmanlık bütün hücrelerini kaplamıştı. Şu saatten sonra zavallı çocuğa artık söz vermiş sayılırdı. Halbuki hangi parayla kitap defter alacaktı? Kulağında dün gece konuşulanların yankısı, tebessüm ederek evine vardı Yusuf. Kapıda Selim’i görünce önce sevindi, daha sonra neden bu kadar erken saatte geldiğine anlam veremedi. “Gel, sana çok önemli bir şey anlatacağım.” Yusuf ekmekleri bir kenara koyamadan kollarına sımsıkı sarılı halde, bahçenin kapısına savruldu. “Biz şehre gidecekmişiz, anam söyledi!” Bunu olabildiğince sessiz söyledi Selim, çünkü annesi “Sakın kimseye şimdiden söylemeyin,” diye tembihlemişti. Yusuf hiçbir heyecan hissedemedi. Aksine birdenbire bütün neşesi kaçmış, ne diyeceğini şaşırmıştı. Şimdi tarlada, bayırda, çeşme başında yalnız mı kalacaktı? “Okula yazdıracakmış beni babam, Derviş ağabeyim öyle söyledi. Önce pek gitmek istemedim, hemen sen geldin aklıma. Keşke seni de alabilseydik dedim içimden. Geçenlerde “Okula gitmek istiyorum,” dediydin, o sözün geldi aklıma. Bir de herhalde başka bir şehre gidecekmişiz. Arabayla üç saat sürer dediler. Buraya benzemiyormuş, denizi de varmış galiba.” Yusuf’un bakışlarında bir tuhaflık sezdi Selim. “Mutlu olmadı, ben gidiyorum diye üzüldü herhalde,” diye geçirdi içinden. Tam ayrılmak üzereyken cebinden dünkü paslı çakıyı çıkarttı. Yusuf’a uzatırken “Al, senin olsun, bir hayvan olur, insan olur, Uzun Mehmet olur, korursun kendini tamam mı?” Yusuf bir elinde ekmek, bir elinde çakıyla Selim’in arkasından bakarken başka bir ruhun kendisini ele geçirdiğini hissetti. Beş kuruşsuz, kalemsiz, kitapsız, kadersiz, kimsesiz…