Tepesinde; her gelene selam veren yapayalnız bir meşe ağacının bulunduğu, acımasız gri kayalıklı dağların yılan gibi kıvrılan yollarından, etrafını izleyerek Gültepe, eski adıyla Keltepe, köyüne doğru ilerliyordu. “Köyün adını neden değiştirmişler ki?” diye düşündü. Köyü çevreleyen tüm dağlar, tepeler, hatta tarlalar içindeki özle sadece bir ağacı hayatta tutabiliyor; onun dışında gri kayalıklar taşlardan, tarlalar ise sarı samanlardan oluşuyordu. Bu köyün adı ancak Keltepe olabilirdi zaten.
İçindeki sesi Musa dayı böldü. Dedesinin biricik erkek kardeşinin oğullarından biriydi. Dedesinin yirmi dört yıl oğlu olmadığı için kendi oğlu gibi bakıp büyüttüğü yeğeniydi. “Seksen yaşındaki adama da bu yapılmazdı Canan,” dedi. Canan, hayatında ilk defa bir yakınını kaybetmişti. Kalbinde tutuşan dalların çıtırtısı kulaklarına geliyor, damarları bir bir tutuşuyordu. Hatta kanı… Kan tutuşması koydu bunun adını. Gerçekten böyle hissediyordu. İçindeki bu tutuşmaya rağmen teni zırh gibi çelik ve soğuktu. “Bildiğin gibi değil, onu Hasan çok yordu. Kızı kaçırmış eve getirmiş, adamlar Muş’un aşireti. Yengemle birlikte konuşmaya gideceklerdi, beni de çağırdı. Hanımla helalleştim. Çiğdem ablanın iki gözü iki çeşme… Ama ne yapayım, seksen yaşındaki adamı yalnız mı göndereyim? Sonuçta baba yarısı… Çok yordu çok, insafsız.” Musa dayının sözleriyle kendine geldi.
Hayatında ilk defa bir cenazeye katılıyordu. İçini bir huzur kapladı. Cenazede huzur hissedeceğini hiç fark etmemişti bugüne kadar. Hatta bu duygudan utandı. Etrafına bakındı. “Musa dayı bu huzuru hissetmiş midir acaba?” diye tedirgin oldu. Leblebi tozu sarısı toprak yollardan geçerken köyün girişindeki briketlerden yapılmış duman grisi evler görünmeye başladı. Köye her geldiğinde bu kadar az ağacın olmasına şaşırırdı. Kasım ayı olduğu için tek tük var olan ağaçların da canı çekilmişti. Evler gri, gökyüzü gri, ağaçlar gri…
Gözü, karşıda çırılçıplak üşüyen kavaklara takıldı. Yıllar yıllar önce baharda etrafında koşuşturduğu dere, şimdi kurumuş yarılmış karnını gere gere gösteriyordu. Kardeşi Kader’le koyun gübresine basmamak için ceylan gibi sekerek Döngül ablasının etrafında koşup zıpladıkları günler beynine üşüştü. Döngül ablalar oturduğu ev iki katlıydı, altı da ahırdı. Köyün genelinde tuvalet dışarıda olurdu. Banyo ise kilerin içinde ortada su giderinin bulunduğu beton yerdi. Kilerin ortasında yıkanmalarına beş yaşından beri hayret ediyordu. İlk defa bir genç kızın diri memeleri nasıl olur, gizlice Döngül ablasını izlerken gördü. Yaptığı bu ayıbı kimseye anlatmamıştı. Beş yaşındaki o halinden şimdi bile kulaklarına kadar kızarmıştı. İçindeki gardiyanla savaştı, “Sen cenazeye geliyorsun kızım, salak mısın neler düşünüyorsun böyle?” Yine dışarıyı izlemeye koyuldu. Ellerinde beyaz bidonlarla köydeki eve su taşıdığı çeşmenin önünden geçti. Yavaş yavaş kalabalığa yaklaşırken arabanın tekerlerinin geri geri gitmesini istedi. Ölümle yüzleşmeye hazır olmadığını o an anladı. Ama geri dönüşü yoktu. Arabadan inerken Topal Ali, Dudu yenge, Hasan amca başına üşüştü. Topal Ali, “Mulla dayı çok iyi adamdı, Allah rahmet eylesin yeğenim,” dedi. Sanki geçen sene tarla için dedesinin boğazına yapışmamış gibi…
“Başın sağ olsun yavrum, Mulla ne iyi adamdı. Size dedelik değil, babalık yaptı,“ dedi Dudu yenge. Anneannesi hiç sevmezdi onu, “Kınalı Dudu, dedenle kardeşinin arasına girdi. Düşman etti birbirine,” derdi. Dedesinin adı Mustafa’ydı. Ama köydeki lakabı Mulla idi. Babasını iki yaşındayken Kore Savaşı’nda kaybetmişti. Bu acıyı ne yapacağını bilemeyip yaramazlığa vurmuş, annesine kan kusturmuştu. Yirmi dört yıl sonra doğan oğlu da annesinin intikamını almak ister gibi ondan daha fazla yaramaz olmuş, Mulla’ya ve karısına yapmadığını bırakmamıştı. Köyde onu çocukluğundan tanıyan herkes, “Kendi anasına yaptığını çocuğundan çekiyor. Yazık oldu Senem’e. Hem kocadan çekti, hem oğuldan,” diyordu. Kimse, “Bir yaşındaki çocuğun doğum gününe davul zurna tutulmaz, her istediği alınmaz, yapılmaz; olursa böyle olur.” demiyordu.
Ahırın önünden geçerken tezek kokusunun selamlamasıyla daracık merdiven basamaklarını tırmanmaya başladı. İçeride karmakarışık ağıt sesleri duyuldu. Ağıt, ölen kişinin ardından söylenen şiirlerdir. Bu tanımı on iki yıllık öğretmenlik hayatında kaç kez tekrarladı acaba, aklına takıldı. Ama ilk defa bir ağıtın parçasıydı bugün. Söylenenleri derinden hissetti, gözleri dolmaya başladı. Huzur artık yerini acıya bıraktı. Eşikten içeri girerken herkesin yüzü ona yöneliyor, “Başın sağ olsun!” sesleri kulağına bir arı vızıltısı gibi bir çarpıyor ve uzaklaşıyordu. İnsanların yüzleri de öyle… Sonunda holden annesinin bulunduğu odaya girdi. Annesinin ağıtını, kaldığı yerden Yeter teyzesi devam ettirdi. Cömertliğine, babalığına, insanlığına övgüler yağdırdı. “Neden bırakıp gittin appamı?” diye bir zılgıt çekti, herkesin içi ürperdi. Bedenen oradaydı, o acıdaydı. Ruhu sanki bedeninden ayrılmış; ağaç tavanını, kapının hemen solundaki gürül gürül yanan kuzineyi, aynı fabrikadan çıkmış gibi görünen göbekli, yazmalı, şalvarlı teyzelerini seyretti. Odadaki hiçbir şey değişmemişti, beş yaşında geldiği gibiydi her şey. Akşam elektrik olmayınca gaz lambasıyla oturup bir yandan da dedesinin anılarını dinlediği zamanları hatırladı. Açlıktan komşunun tarlasındaki patates ve soğanları nasıl çaldığını, Avustralya’ya gitmek için adının yazıldığını ama köyün zengin ailelerinden birinin para vererek onun yerine gittiğini, Kayseri Şeker Fabrikası’na aşçı yamağı olarak girip sonrasında nasıl aşçı olduğunu gülerek ve güldürerek anlatıyordu. Acılarına gülebiliyordu dedesi, bunu hissedince içi rahatladı.
Dışarıdan gelen seslerden cenazenin kabristana götürüldüğünü anladı. “Ama nasıl olur, ben de gitmek istiyorum,” dedi. Bir an onunla hiç vedalaşamadan ayrılacakmış gibi hissetti, telaşlandı. Kimin söylediğini duymadı ama içerideki odadan gelen bir ses, “Kadın kısmı cenazeye katılmaz kızım,” dedi. İşte o an damarına basıldığını hissetti. Veda etmenin bile cinsiyetinin olmasına çıldırdı. Sonra Döngül ablası kalabalıkta gözüne çarptı. Beş yaşından sonra ilk defa karşılaşıyordu. Yüz hatları aynıydı, tanıdı onu. “İsterseniz siz gidip uzaktan görebilirsiniz,” dedi. Aklına tek kelime takıldı: siz. Evet, hayat yollarını ayırmıştı, dedesi ve Hasan amcası birbiriyle konuşmayı kesince tüm aile görüşmemişti. Siz kelimesi, onunla olan hatıralarını bir bir silmeye başladı zihninde. Ne bunları düşünecek zamanı vardı, ne de vedanın cinsiyeti olmayacağını tartışmaya zamanı… Botlarını giyip daracık merdivenlerden koşarak indi. Kabristana doğru koşmaya başladı, yetişememekten çok korkuyordu. Zaten bir kez bile görmeden bilinmeze uğurluyordu. Üç gün önce bir pazar akşamı telefonla konuşmuştu, “İyi değilim Canan ya,” demişti. Son sözleri buydu. Bunu söyledikten sonra ambulansla hastaneye kaldırıldı, akşam kalbi durdu. Sonrasında da buradaydı işte. Hem koşuyor hem bunları düşünüyordu. Etrafına bakınırken kabristana geldiğini fark etti.
Bu topraklar o kadar çorak ve kayalıktı ki mezarı kazmak için kepçe çağırmışlardı. Buz gibi duman grisi kayalıkların kucağına dedesini bırakacaklardı. Bu duyguyu düşünmemeye çalıştı. Duvarın kenarında, mezarın tam karşısında yere çömelmiş ağlayan Hasan amcasına gözü takıldı. Çok uzun zamandır kardeşiyle görüşmeyen bu yaşlı adamın aklından neler geçiyordu merak etti. Dedesini o kayalıkların kucağına bırakıp üstünü toprakla kapattılar, başına da tahtadan bir isimlik yaptılar. Dualarını okuyup bir bir ayrıldılar. Vücudunun tamamen acıdan ibaret olduğunu fark etti. Saçlarının ucundan ayak parmaklarına kadar acı hissediyordu. Dedesinin mezarını kaybetmemek için çantasından tükenmez kalemi çıkardı, Mustafa Çökük yazdı. Bu kadardı, burasıydı artık bu dünyadaki yeri… Mezar karşıda yaylaları görüyordu, dedesinin en sevdiği yaylaları… Koyunlar otlattığı, ilk âşık olduğu, on iki yaşında ilk tütününü yaktığı, en sevdiği dağ armutlarının bulunduğu yaylaları… Acısının içinde minik bir huzur haresi aralandı. “En azından en sevdiği yaylaları izleyecek,” diye içinden geçirdi. Onu burada bırakıp gidemiyordu, ayaklarında görünmez bir betonun onu mezarın başına çivilediğini düşündü. Eninde sonunda ayrılacaktı. Toprağına dokundu, buz gibiydi. Toprağa sarıldı. Gözlerinin önüne altı yaşlarındayken yaylaya gittikleri o an geldi. Araba kullanan dedesine bakıyordu. Bembeyaz teniyle birleşmiş gülen ela gözleri, bir yandan sigara tüttürüyor bir yandan da “Zahidem, kurbanım oy…” diye Neşet Ertaş’a eşlik ediyordu. Mezara tekrar baktı, gözleri yaşlı ayrılırken kabristandan; kulağında aynı ses türküyü söylüyordu. “N’olacak halım….”
Editör: Burak Akbaş
- Keltepe’nin Ağıtı - 5 Ocak 2025