Mikail köye döndüğünde yağmuru da peşinde getirmişti. Usta birliğindeyken kışlanın soğuk gri duvarlarına buraları hep güneş altında resmederdi. Oysa şimdi mayısın ortasındaki yağış geçmişin hayaletlerini geri çağırmıştı. Anasını toprağa verdiği günü hatırladı; gün batımında boyunu aşan sarı sapların arasından yalınayak yürümüştü. Çocukluğun sonsuz gerçekliğinde kayboldu Mikail. Anıların acı tortusu damağına yapışıp kaldı.

Cama vuran damlalar soluk yanaklarından dökülürken ölümün sadeliğindeki anlamı düşündü genç adam.

Güzel yüzlü Mikail. Oğlum benim.

Nazlı bir zamanlar gözünden sakındığı adamın kırık dökük burnuna baktı. Yazgısı fena hırpalamıştı onu, ketum bir perde inmişti yüzüne. En çok da gözlerindeki buz gibi çukurlardan ürkmüştü. Demek yanında taşıyordu kayıplarını Mikail. Öpse koklasa yanaklarından, filizlenmezdi yine de yufka yüreği.

Oysa eski günlerde hasta kuzuları kucaklayıp güneş gören otlara taşırdı.

Zamanın tırpanı onun cefakar ruhuna da değmişti. Hem o her şeyden keskindi.

Canıma kıysan nefretin soğur muydu Mikail?

Öyle bir şeyi hiç düşünmedim Nazlı.

Ben temizim artık. Fırında işe başladım.

Duydum evet. 

Mikail’in direksiyonu tutan parmakları gevşedi, derisi aşınmış ceketini yokladı, cebinden eski bir fotoğraf çıkardı. 

Sana bunu getirdim.

Şehirdeki gaziler parkının çay bahçesinde çekilmişti. Bir gözünü güneşe kırpmıştı Nazlı, diğerinden bulutlar geçiyordu.

Yüzündeki katıksız huzur fotoğraftan esip ikisine de şöyle bir dokundu, sonra Nazlı’nın kucağına düşüverdi.

Olmaz Mikail. Kalsın sende.

Fazla baktım ben. Aklımda artık.

Boğazından yükselen yangını dişleriyle tuttu Nazlı. Gam teli titredi.

Camın buğusu ardından henüz sararmamış ekinlere döndü başını.

Eskiden olsa bahar dalı açtığında eteklerini savururdu.

Başımı boş tabuta koydurma benim Mikail. Analık ettim ben sana.

Küllerini kasımın ayazına savurdu Mikail. Nail’i duymuştu. O gece içtima alanında başıboş köpekler gibi dolandı, sonra bulaşıkhanede yeni yıkanmış bir tabldot tabağıyla boğazını kesmeye çalıştı. Nöbetçi erler onu tutup yağlı kazanların arasına fırlattılar. Başını fayanslara vurup kaşından aşağı derin bir kesik açtı, burnunu un ufak etti. Acı kanı dişine değdi Mikail’in.

Zamanla kamburunu sırtında taşımayı öğrenmişti. Kara bir yosun yüreğinde kök salalı epey oluyordu; görünen görünmeyen tüm yaraları onunla birlikte kabuk bağladılar. Şafak doğan güneşle onları tek tek soyup ardında bıraktı Mikail.

Son konuştuğumuzda sizin çilekler hastalanmıştı.

Öleli çok oldu onlar.

Sen nasıl oldun Nazlı?

Değiştim Mikail.

Nail’in koynuna başını düşürdüğü o ikindi kolları henüz pamuk gibiydi. Nehir kenarındaki otlara değdikçe güneş görmemiş bacakları kızarıyordu. Elma ağacının gölgesine çekilmişlerdi, yanaşıp gönlündeki mühre üflemişti Nazlı’nın. Canına yandığım sevdası ateş gibi yakıyor demişti. Kokusu ıslak tenine yapıştı kaldı, kanını dişledi. 

İster ölüm olsun ister ayrılık, insan taze sevdaya körlemesine düşüyordu. Düşlerin kırık fidanlarına çıplak ayakla bastıysa da farketmedi. Ateşe gerdanıyla değdi Nazlı.

Öğrenmişti sonradan, arzudan beter arzu vardı.

İnsana merhamet etmeyene Allah rahmet eylemezmiş. Benim ana yüreğim affına sığındı oğlum. Kurban olurum aklına fikrine, sen temiz çocuksun. Sağsalim dön evine. Kabrinde çiçekler açsın ananın, cennetinden uzansın da kucaklasın seni.

Baba omzundan acı toprağa ineli nice yıllar geçmişti; beşikten erken düşmüştü. Vursalar öldürmez, sevseler canından kesilir, kaderin her tokatını yanaklarında kırıyordu Nazlı. Minik topukları nasırlaştığından beridir biliyordu artık insan yasını nasıl bağrında taşır.

Kolundaki delikten içeri açtı bir gonca kara gül, kanı canı sulandı. İlletin karnından binlerce kez sakat doğdu. Nail’in çiftlik evinde alenen kayboldu Nazlı. 

Kasıklarına değen elleri unuttu, vahdetin üryan kucağına bıraktı kendini, manasından kopuverdi.

Elin adamı afyonlu busesini ömründeki dikenlere batırdı. Hüsranı etinden törpülendi.

Uyandı baktı. Saçları yaldızlı bir kadın kıvranıyordu Nail’in kollarında. 

Kara kaplıya çiziği attı, aklında bir mezar kazıp toprağı üstüne örttü. İlk kez çilesini sesli haykırdı.

Aylar içinde eridi tükendi.

Eskiden atları çayırlara sürerdi Nazlı.

Benden başkası tutmaz kızımın yasını. Toprağı bol olsun, babası olsa yakalarına yapışırdı. Bir kere de zalimler bedel ödesin Mikail. 

Mikail kızın yüzünden geçen bulutları izledi. Ölmeyince dirilmişti güzelliği. Canından akan ışık yaşamın suretine benziyordu, görseydi keşke. Anasının yolladığı parayı avucundan yaralı bir kuş gibi bırakmıştı onun kucağına. 

Acıyor bana Mikail. Ben kimseden istemem bunu.

Dudakları kahırla bükülürken yüzünü Mikail’e döndü.

Sence her şey eskisi gibi olur mu?

Bir gün illa olacak Nazlı.

Gözünün kuru toprağı ıslandı delikanlının. Ceketinin düğmelerini ilikledi.

Bahçenizde sarı güller açmış. Birazdan götüreceğim seni. Annen sundurmanın altına sofra kurdu. Cevizin dibine oturmuş bekliyor.

Köye dönmeye korkuyorum Mikail. Canım yandı orda.

Geçti artık. Korkacak bir şey kalmadı. 

Sesi çatladı Mikail’in. Çocukluk aşkına kederle gülümsedi.

Gerçekten bitti Nazlı.

Kapıyı açarken Nazlı kolundan tutup çekti onu.

Nereye? Yüzüme bak.

Biraz tarlada yürüyeceğim. 

Naptın sen?

Çocukken annemle de buğdayların içinde yürürdük.

Gözleri dökülürken elinin tersini onun soğuk yanaklarında gezdirdi Nazlı.

Söyle bana Mikail.

Dedim işte. Kimse zarar veremez artık sana.

Sonra çıkıp yağmurun altında ayakta durdu. Nazlı bacakları tutmazken olduğu yerde gözlerini kapadı. Omzunun yükü gönlünün yumuşak yastığına düşüverdi.

Merak etme. Bir gün güneş yüzümüze değer. O zaman hayatta olduğumuzu hatırlarız. 

Baharın adı ezelden beridir aynıydı. Bu mevsimde kavak dalları yeşillendiğinden birbirine tutunurdu. Gün batımı yaprakların ucu kızarır, meltemle birlikte çamların kokuları köye kadar eserdi. 

İhtiyar delikanlı bir zamanlar annesine değen buğday saplarına dokundu. Yürüdükçe tarlanın çamuruna batıyordu.

Ekin Gökgöz
Latest posts by Ekin Gökgöz (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close