Yazar: 19:21 Öykü

Kapanmayan Yara

17.02.2024

Sabah 07.30

Genç adamın bedeni mıknatısla çekilmiş gibi yapıştı hastane bahçesindeki banka. Üzeri yapraklarla örtülmüş demir yığın buz gibiydi. O ise bankın soğukluğuna ve yaprakların tozuna aldırmadan hareketsiz duruyordu. Genişçe açık olan bacaklarının iki yanına düşen elleri, çaresizliği haykırıyordu. Bakışlarına yerleşen dehşetli şaşkınlık, tüm bedenine yayılıyor; dudaklarının arasından mırıltılar yükseliyordu, “Neden?… Nasıl?…” Hastane için bir hayli özenli görünen takım elbisesi darmadağın olmuştu. Pantolonun üzerinden sarkan gömleğinin yakasını gevşetmiş, kravatının bağını aşağı kadar indirmişti. Saldırıya uğramış kadar dağılmıştı üstü başı. Ya işittiklerinin ruhunda yaratttığı dağınıklık? Yanı başındakini görememek, fark edememek ne demekti? Kendi suçu muydu bu? Biz neleri aşmış paylaşmıştık. Her şey yolundaydı artık; geçmişti, iyileşmişti.

Ortalık tehnaydı. Henüz sabahın erken saatleri ve taş binanın önündeki huzur veren ağaçlık, hasta ve yakınlarıyla buluşmamıştı. Saat ilerleyince yavaş yavaş kalabalıklaşan bahçede sesler de yükselmeye başlamıştı. Telaşlı yürüyenler, yürümekte zorlananlar, annelerinin elini sıkı sıkı tutan çocuklar… Adam hiçbir şey görmüyor ve duymuyordu, sadece gözlerini karşıya dikmiş çaresizliğin dehşetiyle bakıyordu. Mırıldanıyor, bekliyordu neyi beklediğini bilmeden. Gözünden akan gözyaşı yavaş yavaş inerken çenesine doğru, bir sonraki gözyaşının gelişiyle gömleğine damlıyor ve her damlayışta biraz daha genişleyen bir ıslaklık oluşuyordu. Elini kaldırıp gözyaşını silmeye mecali yoktu.

Sabah 06.00

Sabah önemli bir iş görüşmesi vardı. Birkaç saatlik uykuya rağmen -ona da uyku denirse- erken uyanmış, mutfakta kahvesini hazırlarken bir yandan da masa üzerindeki laptopunda sunumunun son kontrollerini yapıyordu. Karısı hâlâ uyuyordu. Önceki akşam keyifli başlamış, ilerleyen saatlerde içkinin de tesiriyle içlerindeki derin acı hortlamış ve dertleşmeleri tartışmaya dönüşmüştü. Çok zordu, karısı için hiç kolay olmamıştı. Bunu da anlıyordu. Altı yıl olmuş, dört yılı psikolojik tedaviler ve ilaçlarla geçmişti. İşe yaradılar mı? Derin acı kabuk bağladı elbet, hayata döndü Handan da. Gülmeye, eğlenmeye başladı. Mutfakta şarkı söyleyip dans ederek yemekler yaptığı günlere dönmüştü. Ara sıra gelen durgunluğu sorgulamıyordu Kerem artık. O kadarı da olurdu. “Eğer bu işi alırsam, gideriz buralardan Handan, tüm acıları geride bırakır yeni başlangıçlar için ruhumuzu tazeleriz, iyi olmaz mı?” dedi karısına. Handan, gidemezdi buralardan, bırakamazdı acısını. Suçlamıştı yine Handan Kerem’i. “Hep iş… işlerin… bizi yalnız bıraktın hep… Yanımızda olsaydın, belki…” O da biliyordu aslında kimsenin suçu olmadığını ama işte acı, bir suçlu aratıyordu insanın zihninde, kalbini biraz olsun ferahlatmak için. Çok âşıktılar birbirlerine. Ta ki o zamana kadar… Kerem hâlâ öyle ama Handan… O hep bir suçlu aradı durdu. Tutunamadı kocasına, sevgilerine, aşklarına. Takıldı kaldı geçmişte, ilerleyemedi ama uzun zamandır da çok iyiydi, dün ne olduysa yine depreşti acıları.

Kahvesini iki üç yudumda bitirdi. Yatak odasının girişinden uyuyan karısına baktı, sırtı kapıya dönük bıraktığı gibi uyuyordu hâlâ. Yanağına bir öpücük kondurmak istedi ama hem uyanır diye çekindi hem de akşam kırılmıştı sözlerine. Keşke o da hiç gitmekten bahsetmeseydi. Acelesi vardı, çıkmalıydı hemen. Üzgün ve kırgın bir yüzle ayna karşısında şöyle bir kendine baktı, kravatının bağını düzeltip ceketini de giydikten sonra  “Evet, hazırım, bu iş benim.” diyerek kapıyı yavaşça açıp çıktı evden. Şu an sadece işine odaklanmalıydı, bu işi alırsa hayatları değişecek ve her şeyi geride bırakacaklardı. O öyle inanıyordu. Arabasına doğru yürürken sunum yapacağı dosyanın bulunduğu belleği evde unuttuğunu fark etti. Bu ne ilk ne de sondu, unutkanlık başına belaydı son zamanlarda. Telaşlı adımlarla, söylenerek eve geri döndü, anahtarını çıkarmak için elini cebine attı ancak anahtar yoktu, “Hay aksi!” dedi içinden. “Daha gün başlamadan peş peşe geldi aksilikler,” diye düşünerek zili çaldı. Karısını uyandırmak istemese de tekrar tekrar çalmak zorunda kaldı ama açan yoktu. Israrla çalmaya devam etti. O kadar içmişti ki, “Uyanamıyor herhâlde,” diye düşündü.  Ne yapacağını düşünürken aklına apartman görevlisi geldi. Anahtarını unutanlar olduğunda çelik kapı da olsa, eğer kilitli değilse kartla açabiliyordu. Hemen aradı, iki üç dakika sonra üzerinde pijamalarıyla merdivenleri ağır ağır çıkarak gelen görevli saniyeler içinde tık diye açtı kapıyı, “Buyrun beyim!” Genç adam o anda evde yokken kapıları kilitlemek gerektiğini düşünüp şaşkınlıkla teşekkür etti ve yatak odasına yöneldi. Karısı hâlâ aynı pozisyonda yatıyordu. Yüzü pencere tarafına dönük, sol yanı üzerine uzanmış, sol kolu da yatağın üzerinde bedenine paralel bir şekilde duruyor, diğer kolu ise boylu boyunca yataktan aşağı sarkıyordu. Bacağının biri yorganın dışına çıkmış diğerinin altında uzanıyordu. Ters giden bir şeyler vardı.

Yanına yaklaşıp “Hayatım,” dedi. Cevap yok. Komodinin üzerindeki saatle fotoğraf çerçevesinin yerleri değişmişti. Evden çıkmadan da böyle miydi acaba? Saat 06.30’du ve aklı bir yandan yetişmesi gereken toplantıdaydı. Nazikçe kolunu dürttü, hareket yok; yaklaştı nefesini dinledi, ses yok. “Nazan!” diye sesini yükseltti, sertçe bedenini salladığı sırada komodinin üzerindeki aile fotoğrafı yere düştü, karısı yine tepki vermedi. Kerem’in bedeni titremeye başladı, buz gibi ter döküyordu, nefes almakta zorlandı. Karısının üzerindeki yorganı açtığında peluş pijamasının altındaki bedeninin soğukluğunu hissetti ve “Olamaz, olamaz!” diyerek sayıklamaya başladı. Ne yapmalıydı? Bilmiyordu. Düşünemiyordu. Bedeni uyuşmaya başlamıştı. Bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu ama bedenine hükmedemiyordu. Gözlerini kapadı, nefesini kontrol etmeye çalıştı. Telefon, telefon… Cebindeydi, şifre? Şifre neydi? Niye şifre vardı telefonda, acil durumlarda şifre nasıl hatırlanırdı? Açıldı, hemen ambulansı aradı, geldiklerinde ne kadar zaman geçmişti, hatırlamıyordu. Sorular soruluyor ama sesler çok uzaklardan geliyordu. “Bilmiyorum, bilmiyorum!” tek bildiği hiçbir şey bilmediğiydi. Ambulansın içinde yapılan müdahaleleri bir film karesiymiş gibi izliyordu, demek ki böyle oluyormuş dedi içinden. Hemşire sorular soruyor ama cevap verecek hiçbir şeyi yoktu, sonra birden “İçki,” dedi, “dün gece çok içtik.” Karısının hareketsiz bedeni, karşısında duruyordu, kalbi atıyor muydu soramadı hiç? Ellerine yöneldi bakışları, biri sıkı sıkı kapalıydı. Tuttu ve yavaşça açmak istedi ama avcunu açamadı, kaskatıydı. 

Hastaneye geldiklerinde hızlıca sedyeye aldılar Nazan’ı. Götürdüler, sadece “Bekleyin,” dediler. Genç adam kapının önünde öylece kaldı. Sanki bedeninin dışındaydı, hiçbir şey hissetmiyor boş bir çuval gibi yığılmak istiyordu. Ne kadar beklediğinin farkında bile değildi. “Keşke,” dedi, “keşke akşam…” Bir süre sonra kapı açıldı ve doktor, “Eşiniz depresyon ilacı mı kullanıyordu?” dedi. Adam şaşırmıştı, “Bilmiyorum… Hayır… Yani… Uzun süredir içmiyordu.” “Görünen o ki, eşiniz dün gece yüksek dozda ilaç almış, alkolle karıştığı ve uzun zaman geçtiği için maalesef… Üzgünüm… Başınız…”

Sabah 07.30

Genç adam duymuyordu artık, içki, ilaç, zehir… Kelimeler havada uçuyor ama birleşmiyordu. Doktor, Kerem’e buruşmuş bir fotoğraf uzattı “Eşinizin elindeydi,” dedi. Kerem fotoğrafı aldı, baktı, üzerindeki tarih altı yıl önce bugünü gösteriyordu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Kendini dışarı attı, ayakları mı onu götürüyor yoksa biri arkadan mı itiyordu? Savrularak gidiyordu sanki… Bankın üstüne bıraktı bedenini. Duydukları… Fark edemedikleri… Üstünü örttükleri… Kendisine ait değilmiş gibi bir yığın düşünce geçiyordu zihninden, hayır geçmiyor, uçuyordu. Tutamıyordu onları. “Geçmemiş, hiç geçmemiş ki zaten. Ben öyle sanmışım, iyileşir sanmışım, sevgimiz onu da kurtarır sanmışım, neden, neden?” diyordu kalbi, gözyaşları akarken gömleğine. Elindeki fotoğrafa tekrar baktı. “Bebeğimize selam söyle.”

Editör: Burak Akbaş

Zeynep Mungan Yılmaz
Latest posts by Zeynep Mungan Yılmaz (see all)
Visited 9 times, 1 visit(s) today
Close