Yazar: 18:18 Öykü

Kafes

Vicdan, önüne yığılmış rengârenk, kokusu mutfağı dolduran sebzelere baktı. Tarla domatesi, salatalık, sarımsak, fasulye dalından koparıldıklarını henüz anlamamışlardı. Ama turşu olmak için bidona girmeye hazırlanıyorlardı. Vicdan’ın içini kemiren korku sebzelerin dile gelmesi kadar uzak ihtimaldi. Mantığının kabul etmediği fakat aklının da açıklayamadığı bir şeyler vardı. Hayatta karşılaştığı her zorlukta olduğu gibi yaradana sığındı. Mutfağın küçük penceresinden ufukta batmakta olan güneşin kızıllığı süzüldü. Her zaman tarçın kokan mutfak bugün sarımsak kokuyordu.

“Takmış bana yahu, ne kokması, Allah Allah,” diye söylendi Sarımsak.

Bu defa kaçış yoktu. Anladı. Önce bir fısıltı, sonra mırıltı işitti. Sebzeler kendi aralarında mı konuşuyordu. Kulak kabarttı, fısıldadı Domates. “Ne yapsan boş.” Domates daha sözünü bitirmemişti ki Kornişon atıldı: “Doğru söylüyor dinle onu, bu ömür yalnız senin ve bir kere veriliyor.”

“Taktın sen bana ama dur, ben sana bir ablalık yapayım. Hani hep diyor ya içerideki sana, beni gelin etmişler de kırk gün kokum çıkmamış ama senin çıkmış. Kokusu çıkan o ve kötülük üzerine yetiştirdiği çocukları. Sen değilsin. Korkma kır zincirlerini,” dedi Sarımsak. Eline bir maşrapa su aldı Vicdan, tam kaktüsü sulayacaktı ki en yakın dostunun sesini duydu: “İnat etme, kaktüs her gün sulanmaz. Olmayan şeyleri oldurmak için kendi sınırlarını fazla zorluyorsun, ölmüş o kaktüs. Tıpkı olmayan evliliğin gibi…”

Anlık cinnete bakar her şey, bir kibrit tutuşturur anadan üryan tüm kötülüğü…

İnsan soğan doğrarken ağlasa anlaşılmazdı da turşu kurarken ağladığında anlaşılırdı. “Su getir, büyük bir bardak olsun.” Emir tonundaki sesi, sesinin tizliği, Vicdan’ın kulaklarından geçip adeta beynini tırmaladı. Dudaklarını büzdü, alt dudağını ısırdı. Terliklerini sürüyerek kayınvalidesinin oturduğu odaya yürüdü. Bardağa doldurduğu suya tedirgin baktı. Bir an suyu kayınvalidesinin başından aşağı döktüğünü hayal etti. Gözü yere atılmış siyah opak çoraplara takıldı. Kayınvalidesinin her şeyinden olduğu gibi çorabından da nefret etti. Çorabın dizinde bıraktığı ize tiksinerek baktı. İnce bacaklarını koltuktan aşağı sallamış, başını geriye atmış,  kurumuyla yatıyordu. Ikılaya tısılaya doğruldu. “Kurdun mu turşuyu,” diye sordu.

Her zamanki yersiz telaşı vardı sesinde. “Kuruyorum anne,” dedi. “Hadi hadi çabuk ol. Yemek saati geliyor,” diye cevapladı bu kez. Vicdan, kayınvalidesinin bitmek bilmeyen isteklerinden yorgun mutfağa yönelmişti ki kayınvalidesinin telefonu Medine’ye Varamadım ilahisi ile çaldı.

“Kulluğa dair tek tutanağı telefonunun melodisi. Ufacık tefecik, içi kötülük dolu turşucuk,” diye güldü odadan çıkarken. Ama yıllardır yaptığı gibi yine içinden. Bir tereddüt ile kıvrandı bir an. Duymaya hazır mıydı ardından dönen dolapları. Şimdiye dek korktuğu, kaçtığı, yüzleşmek istemediği, istenmeyen olduğu gerçeğini. “Sıkılan aradan çekilsin,” diyorlardı hep. Aradan çekilmeye hazır mıydı. Konuşmayı dinlemek için kapının önüne küçük adımlarla yaklaştı. Arayan dünyanın öbür ucuna gitmesine rağmen kötülüğünü Vicdan’a eriştirebilen görümcesi Leyla olmalıydı. Telefonun sesinin kısılmasından belli idi. Fakat Leyla’nın sesi yine de işitildi. “Anne ne yapıyon?” cümlesi gür çıksa da konuşmanın devamı fısıltıyla devam etti.

Vicdan, konuşmaları anlamak için kapının eşiğine doğru bir adım daha attı. Kayınvalidesi Havas ve Hüddam ilimlerine vakıf Hoca Rıza’ya getirdiği sebzeleri bir güzel okutturduğunu, bu büyünün çok etkili olduğunu, amaçlarının hayat bulacağını anlatıyordu.

Vicdan, şüphelerinde haklı çıkmanın üzüntüsünü derinden hissetti. Kayınvalidesinin beş litre sütü getirip ardından doktora gittiği gün sütü alt komşu Behiye Hanım’a vermişti de elli yıllık evli Behiye Hanım ile Kemal Bey nasıl gürültülü bir kavga etmişlerdi. Yirmi yıllık komşuları şaşkın şaşkın Behiye Hanımların dairesine bakarken Kemal Bey kapıyı çarpıp çıkmıştı. Kayınvalidesinin bir hafta sonra getirdiği taze köy peyniriyle sebzeleri apartman görevlisi Mehmet Bey’in kızına misafirlere ikram etsin diye göndermişti de kızcağızın nişanı bozuluvermişti.

Unutmaya çalıştığı, korktuğu, evlenmeden önceki hayatında özgürdü. Fakat…Vicdan, yoksul bir ailenin beşinci çocuğu idi. Yoksulluktan kurtulmak için fakülte okumuştu. Mezun olur olmaz da işsiz öğretmen kadrosuna dâhil oluvermişti. Okumanın kendisine sunacağı nimetleri düşünerek tek öğün beslenmiş, komşu çocukların, ayağına büyük gelen ayakkabılarını giymiş, yırtık kotlarını yamamıştı. Geçirdiği dört yıl ömründen ömür götürmüştü. İyi bir üniversite puanı almış olmasına rağmen o yıllarda rehberlik hizmeti alma şansının olmayışı, yönlendiren kimsesinin bulunmayışı, sınava girmeden önce üniversite tercihlerinin yapılması gibi nedenlerle yanlış yapmıştı. Hayat her zaman üç yanlışın bir doğruyu götürmediğini, bir yanlışın bütün doğruları götürebileceğini acıta acıta öğretmişti. Sınava girdiği yıl aldığı puana hangi bölümlerin gelebileceğini sık sık hatırlar, kendini bir türlü teselli edemezdi. Sistem bazen bir neslin üzerini karalarmış, bunu çok geç fark etti. “Fakirlik yüzünden okuyamadı da evlendi,” dedirtmemek için canını dişine takıp okumuş ama yine fakirlikten dolayı evlenmişti. Kocası Serdar ile görücü usulü ile tanışmıştı. Serdar eczacılık fakültesinden mezun olmuş, ana babasının sözünden çıkmamak için görücü usulü evliliği kabul etmişti. Fidan gibi bir delikanlıydı. Ablası Leyla kendini dev aynasında gören ilkokul üçten terk bir profesör, bir alim, bir bilgindi. Hiçbir şey bilmeyen bir çokbilmiş.

Direnmenin manası yok. Bütün kötü duygularının paratonerisin kabul et.

Leyla kibrinden, sözde güzelliğine inancından, bulunmaz Hint kumaşı algısından dolayı birden çok evlilik yapmasına rağmen bir türlü evliliklerinde başarılı olamıyor, evlendiği her erkekte kardeşi Serdar’ı arıyordu. “Kariyer önemli, en az kardeşim kadar okumuş olmalı, boyu uzun olmalı. Ben sert erkek seviyorum, Serdar gibi,” diye her fırsatta kriterlerini sıralıyordu.  Ama aradığını bir türlü bulamıyordu. Serdar, fakülte okumanın meslek edindirmek dışında hiçbir nimetinden faydalanamamış kaba, hoyrat bir adamdı. Ailesinin altın çocuğu olmaktan başka bir gayesi yoktu.

Vicdan mutsuz, fakir bir ailenin içinde büyümüş yaralı bir ruhtu. Her yaralı ruh gibi manipüle ve istismar edilmesi kolaydı. Serdar’ın ailesi birlikte ve güçlü olmanın bütün avantajlarını Vicdan’a karşı sonuna kadar kullandı. Vicdan, ağzını açtıkça birbirlerine destek olmanın verdiği güvenle üzerine üzerine koşup hep birlikte Vicdan’ı susturmak için adeta ateş saçtılar.

Kıskanıyor musun? Aile olmaları seni mutsuz mu ediyor onların kenetlenmesi?

Vicdan, eve gelin gelmemişti de sanki Leyla’ya kuma gelmişti. Leyla bunları yaparken yapılanın haksızlık olduğunu bile bile maaile susarak izlemişlerdi. “Gelin değil mi, çocuğum hayatın öfkesini ondan alacak, başka kimden çıkartacak can sıkıntısını,” diye susup keyifle izlemişlerdi. Serdar’ın da Vicdan’dan küçük, küçücük istekleri vardı. “Ne istiyorlarsa yap. Kula kulluk ise onu da yap. Bağırabilir annem elbet, ne var bunda. Biz seninle evlenmeden önce her yere Leyla ile giderdim. O yine baş başa olalım istiyor. O nedenle sensiz gittik. Leyla okumamış olmasının kompleksini seni üzerek hafifletmek istiyor. Ama o Leyla. Sen anla…”

Haset etmek değil benimki. Hor görüyorlar kimsesizliğimi.

Vicdan, evlerinin yoksullukla yoğrulmuş sıkıcılığına geri dönmek istemediğinden sineye çekti yapılanları. Kayınvalidesi uzun yıllar, evli olduğu hâlde oğluna kız aramaya devam etti. Leyla’nın nikâhlı beşinci kocası, nikâhsız bilmem kaçıncısı, Leyla’yı yurt dışına götürünce “Biraz rahatlarım,” düşüncesinin de hayal olduğu kısa bir müddet sonra anlaşıldı. Leyla kötülüklerine farklı kıtalardan da devam edebiliyor, tatmin olmadığı yerde uçağa atlayıp geliyordu. Serdar, her ne kadar dillendirmese de ailesine Vicdan’dan başka katlanacak kimsenin olmadığını bildiğinden boşanmak istemiyordu. Aile baskısının etkisiyle Vicdan’ın yüzünü de güldürmüyordu. Kayınvalidesinin uzun yıllardır kendilerini boşatabilmek için hoca hoca gezdiğini duyardı Vicdan. Büyüye itikadı yoktu. Son dönemde kayınvalidesinin getirdiklerinin evin atmosferini negatif etkilediğine dair bir şüphe içini kemirmeye başlayınca köyden gelenleri mümkün mertebe konu komşuya dağıtır olmuştu.

Komşuların peş peşe yaşadığı olumsuzluklar şüphesini güçlendiren işaretler gibi göründü gözüne. Kayınvalidesi telefon konuşmasını bitirmişti, yattığı yerden “Kibarım ben, elim ayağım pek kibar hele gel bir bak,” diyordu.

Kibirinde boğul. Lanet karı. Anca kendini beğen bir de çocuklarını.

Adam yerine koymadığı, oğluna yakıştırmadığı, kilosunu yemeklerini, giyimini kuşamını beğenmediği, hayatı dar ettiği gelinine seslendiğinde Kaktüs “Kurudum görmüyor musun? Senin sabrınla olmuyor belli ki,” dedi. Vicdan başını salladı. Sebzeler Vicdan’a acır gibi değil de küçümser gibi “La havle,” çektiler bir ağızdan. Kayınvalide “Sana ünlerim gız, vicdansız Vicdan,” diye seslendiğinde Vicdan bir kararın eşiğinde geleceğine bakıyordu. Serdar’ın -hayatını refah içerisinde yaşamasını sağlayan- geliri olmasa da olurdu. İnsan yerine konmadığı, kocasına daha evvel sahip olmuş bir kadın varmış gibi, yuva kurmamış da yuva yıkmış gibi davranılmasına tahammülü kalmadığını anladı. Suyu sıkılmış meyve posası onun sıfatıydı bu evde.  Ama o mevsim meyvesiydi kendi içinde, taze, sulu, kütür kütür. Bunu önce kendine ispatlamalıydı. Mutfak camını süsleyen menekşeyi hazırladı önce, bir türlü yaşatamadığı kaktüsleri çöpe attı. Ardından kotunu giydi, tişörtünü üzerine geçirdi. Saçlarını topladı. Çekmeceleri boşaltmaya başladı. Önce evliliğine dair umutlarını saçtı etrafa, ardından hayal kırıklarını ve ezilmişliklerini dağıttı.  Kendi kendini teselli ettiği ne varsa döktü yere. Yatak odasından salonun kapısına kadar uğradığı şiddeti, kendisine iğne gibi batırılan sözleri, hepsini etrafa saçtı. Nefretinden ibaret fitili yaktı. Annesinin evinden getirdiği menekşeyi bağrına bastı. Hayata yeniden merhaba demek için sokağa çıktı. Ardında bıraktığı evinden yükselen çığlıklara ve katran karası dumana dönüp bakmadı.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Nagehan Dermancı
Latest posts by Nagehan Dermancı (see all)
Visited 48 times, 1 visit(s) today
Close