Yeşil bir yamaçtan aşağı doğru inince tren yolu görünürdü. Ihlamur ağaçları arasında ince, uzun bir yalnızlıkta akıp giden bir yoldu bu. Güneş görünce esneyip parıldayan raylar, tren geçerken kasıklarında hissettiği yükle gerinip gözlerini şehvetle kapatan kadınları andırırdı. Tren yolunu geçip de karşı yamaca tırmanınca yeşilden ayrılıp sarıya meyleden tarlalar uzanırdı göz alabildiğince. Sabah çıktığım evden akşam olup da annem beni gelip alıncaya kadar yamaçta otururdum. Elimi gözlerime siper edip tren rayları boyunca uzakları izlerdim. Tren göründüğünde yamaçtan aşağı kayıp inerdim demir yoluna. Tren yaklaştıkça titreyen raylar, içindeki fazla şehveti toprağa verir; toprak da kasılmaya başlardı. Trene bakamazdım. Onun karanlık penceresinden bir yüz çıkıp da bana bakacak, beni alıp bilinmezliklere götürecek gibi gelirdi. O karanlıkta babamın yüzünü görmekten korkardım belki de.
Ekşi bir elmanın ya da olmamış bir hurmanın ağızda bıraktığı mayhoş, buruk bir tattı babam. Ömrü bu tadı etrafına yayma arzusuyla geçti. Uyanınca hemen kalkmazdı yataktan. Önce huzursuzca sağa sola dönerdi. Sonra bir anda doğrulup otururdu yatakta. Gözlerini yere doğru tek bir noktaya diker, bacaklarını sallar, yüzüne normalde olduğundan daha bir asabilik katardı. Babam, sabahları elini yüzünü öfkeyle yıkayıp nefretle kuruladıktan sonra evden çıkardı. Akşamları elinde poşetlerle dönerdi. Sanki o poşetlere doldurduğu şeyler kendi günahlarıydı da bir an önce kurtulmak için kapının girişine atıverirdi onları. Annem, düştüğü yerden yüklendiği poşetleri mutfağa taşır, çoktan hazır ettiği sofraya, güzel bir söz duymak umuduyla onun buzlu rakısını bırakırdı. Aç ya da tok fark etmeksizin sofraya hep birlikte otururduk. Babamın en çok dikkat ettiği, çiğnenmez yasasıydı bu. Bir de sofrada ağız şapırdatılmazdı ve ben her nasılsa kafama kaşık yemenin bir yolunu bulurdum. Yemeği az yer, rakıyı çok içerdi babam. Yemekten sonra annemin balkona kurduğu masaya geçer, Muazzez Ersoy’un kasetini teybe yerleştirirdi. Şarkı başlayınca ses yükselir, yükselir, mahallenin tepesinde uğursuz bir büyünün sözleri gibi kalırdı. Pencere titrerdi tıpkı raylar gibi. Annem, balkon kapısının yanındaki sandalyeye oturur; görünür olmak istercesine kıpır kıpır bir şeylerle ilgilenirdi. “Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin…” derdi teypten yükselen ses. Annem, babama bakardı. Babam rakıyı yuvarlardı. Babamın gırtlağı şehvetle inip inip kalkarken annemin yüzüne nadiren gördüğüm bir mutluluk yayılırdı. Sonra müzik ilerledikçe komşuların memnuniyetsizliği de artardı. Babam, çoktan dalıp gittiği yerden bir türlü dönemediği için komşulara cevap vermek anneme kalırdı. Annem, boynunu eğip yalvarırcasına bakışlar atarak karşılardı komşuların öfkesini. Ben onları, küçücük bir top misali sıkıştığım ve birazdan uyuyakalacağım köşeden izlerdim.
Kış gelip de ıhlamurlar yapraklarını döktü mü içime farklı bir hüzün çökerdi. Raylar eski parlaklığını, çekiciliğini yitirirdi. Tren geçerken raylara, toprağa yayılan titreşim, şehvetten çok isteksiz bir sevişme gibi gelirdi. İçime çöken bu hüznü şeker fabrikasının bacasından yayılan duman ve küspe kokusu tamamlardı. Kışın evde içmezdi babam. Arkadaşlarıyla meyhanede takılırdı. Cebindeki son parayla hesabı ödeyip de eve geldiğinde ben çoktan yatağımda olurdum. Babam, soba demiriyle annemin yumuşacık tenini severken yorganı iyice üzerime çeker, karanlığa gömülürdüm. Annemin vücudunda karagüller açardı. Öyle derdi bana. Halfetiliydi annem. Ondan olacak, en çok annemin toprağında biterdi karagüller.
Babam, kışı bahara bağlayamadan sıfırı tüketirdi. Meyhaneye gidemez, rakı da alamaz olunca kolonyaya sarardı. Ancak o zaman güzel kokardı babam. Burcu burcu sızıp kaldığı kanepeye gider uyanmasından çekinerek öperdim onu. Mutfak penceresi demir yolunu görürdü. Pencere kenarına oturup dışarıyı izlerdim. Kar yağardı rayların üzerine. Küçücük beyaz lekeler… Elbisesiz kalmış utangaç ıhlamurların altında köpekler koştururdu. Beyaz lekeler eriyip yok olurdu. Babamın bakışındaki kızgın leke neden yok olmazdı? Bunu düşünürdüm uzun uzun. On ikimde ya vardım ya yoktum. Sabah olunca tren yoluna inerdim yeniden. Islak toprakta köpeklerin ayak izlerini arar, demir yolundaki taşlarla oynardım. Batıdan köpürüp gelen bulutları izlerdim. Sonra yer titrer, sarsılır, tren görünürdü. Trenin karanlık pencerelerine bakmak ister fakat beni yutacağından korkarak bir türlü bakamazdım.
Şimdi Çanakkale’den Balıkesir’e giden otobüsün sekiz numaralı koltuğuna oturmuş neden bunları düşünüyorum? Sabah, annem arayıp da babamın öldüğünü söylediğinde içimde bir şeyler aradım. Elimde el feneri ya da bir meşale olmadan yürüdüm durdum içime doğru. Ne aradım orada? Geçmişe dair aydınlık bir şeyler belki… Otobüs, Bandırma’dan çıkıp da Susurluk yönüne dönünce huzursuzluğum arttı, içimde bir şeyler çözülüyor gibiydi. Pencereden dışarıyı izledim. Metruk birkaç ev huzursuz bir çıplaklığın orta yerine çivilenmişti. Otobüsün tekerlerinden çıkan ses de olmasa yeryüzü ıssızlığında benden başka hiç kimse kalmamış sanacaktım. Penceren aldığım yüzümü ellerimin arasına gömdüm. Kesik kesik ağladım.
Babamı öğle namazından sonra derin bir ıssızlığa bırakıp annemle eve döndük. Komşular başsağlığına geldi. Akşam olunca onlar da çekildiler evlerine, kapılar kapandı. Annem, buzdolabındaki yemekleri ısıttı, masayı hazırladı. İstemeye istemeye, alışkanlıktan oturduk masaya. Annemin ellerine baktım. Elindeki ekmeği çorbaya küçük küçük doğruyor fakat bir türlü ekmek bitmiyordu. “Anne,” dedim. Başını kaldırmadı. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu, dudakları kıpırdadı ama açılmadı bir türlü. Oturduğu sandalyede daha da küçüldü, kamburu belirginleşti, kirpikleri ıslandı. Yıllardır içinde biriktirdiği bulutlar değil de yüreğindeki suskunluğun çatlayan kabuğuydu sanki, gözyaşlarıyla masaya aktı.
Sabah uyanıp mutfağa geçtim. Annem henüz uyanmamıştı. Bardağa doldurduğum suyu bir dikişte içtim. Masada duran paketten bir sigara alıp yaktım. Hırkamı giyip dışarı çıktım. Biraz açılırdım belki. Havaya kar yağmak üzeresinin yumuşaklığı sinmişti. Ayaklarım beni tren yoluna götürdü. Yamaçtan aşağı yürüdüm. Yıllardır ilk defa geliyordum buraya. Ihlamurlar tamamen çıplaktı. Rayların üzerindeki taşlara baktım uzun uzun. Babamın attığı öfkeli bakışlara benziyordu. Sessiz, sert, yerinden kıpırdamaz…
Kar başladı birden. Kış büyüyordu içimde. Kar, rayların üzerini örtmeye yelteniyor ama bir türlü başaramıyordu. Her beyazlık, toprağa değer değmez eriyor; geriye yalnızca ıslak, ağır bir karanlık kalıyordu. Ellerimi ceplerime sokup dikildim. Yumuşak bir soğuk dizlerimden yukarı doğru tırmanıyordu. Batıdan kurşun rengi bulutlar geliyordu. Sonra birden trenin sesi duyuldu. İlk kez içimde bir şeyler oynamadı. Ne korktum ne de gözlerimi kaçırdım. Tren yaklaşırken raylar titremedi. Toprak kasılmadı. Sanki hepsi benimle birlikte donmuştu. Gözlerimi kısmadan baktım trene. Pencerelerde yansıyan karanlığa değil, içeriye baktım ve onu gördüm.
Babamdı. Elini cama koymuştu. Yüzü, yıllardır alkole bulanmış adamın yüzüydü fakat başka bir şey de vardı orada. İlk kez karşılaştığım bir şey… Belki pişmanlık, belki biraz utanma. Dudakları kıpırdadı. “Affet oğlum,” dedi. Belki de bana öyle geldi. Tren öylece geçip gitti. Rayların kenarına oturdum, çıplak ayaklarımı rayların üzerine uzattım. Ayaklarımın altındaki demirin soğukluğunu hissetmedim. İçimde, annemin bedeninde açan karagüllerden biri kalbime saplandı. Gözlerimi kapadım. O gün ilk kez raylar hiç titremedi.
- Issızlığın Ortasında - 26 Haziran 2025