“Hayatı farklı ve dinamik kılan şey, tekrarlara verdiğimiz yanıtlardır,” diyebilmek için, önce buna kendimizi inandırmamız gerekir. Çünkü yaşamın kısır döngüsünden çabuk sıkılıp değişiklik aramak, günümüz insanının temel uğraşı haline geldi. Hani şu meşhur “insanın anlam arayışı” meselesinin dibine darı ekersek, fazla suya ihtiyaç duymadan çabucak yeşerir bitkimiz. Aradığını bulmak değil, karşısına çıkana istediği anlamı yüklemek, modern ve konforlu hayatlarımızın psikolojik yan ürünü olarak artık zihinlerimizde mevcut.
Tuhaf ironiyle yüzleşerek kolları sıvamalıyız önce. Monotonluk, tekrar eden olaylar, duygular, insanlar, yaşamlar ve yazmakla sonlanmayacak bir sürü şey daha… Herkes kapana kısılmış vaziyette. Farkında olmadan hayatlarımızı bir sürü tekrarla dolduruyoruz. Öyle ki, bu tekrarların yaptığı bağımlılıklar bizi, sürekli şikâyet eden fakat memnun olmadığı şeyden de asla vazgeçemeyen birine dönüştürüyor. Peki ya sonuç? Hayır, sonuç aramıyoruz ki. Çünkü değişime gerek olmadığını söylemek, insanı mükemmel olma hissiyle ödüllendiriyor.
Kabul etse de etmese de her insan, bir şeylere alışmayı sever. Alışır ve aynı durumlara verdiği farklı tepkileri yenilikçilik veya değişim olarak görüp mutlu olur. İşte bu noktada tekerrürün işgüzar tarafına tesadüf ederiz. Ve bu bizi, onun varlığını kabullenmediğimiz müddetçe huzursuz eder. Zamanla ona da alışınca, bir güzel tebessüm ederiz ki sormayın gitsin.
İşte İşgüzar Bir Tekerrür, tam bu noktada eklem yerlerimize kuvvetli bir masaj yapıyor. Büyülü dünyaya açılan kapının anahtarı tiyatronun elindeyse şayet, unutulmaz oyunlardan kısa pasajlar sunarak, görkemli metni seyircilerinin limanına bağlayan kırılmaz zincirin halkalarını oluşturmak gerçekten çok mantıklı. Oyun içinde oyunu veya oyunların dünyaya getirdiği fikirlerin bir araya gelip kurdukları arkadaşlık neticesinde oluşan yepyeni bir takımı simgeliyor İşgüzar Bir Tekerrür.
En büyük imgesi, sahnede parıltısıyla göz alan ve düşündüren kapı. Öyle ya, kapının ne tarafında olduğumuz bazen tercihimizdir, bazen ise elimizde olmayan bir zorunluluktur. Tekrarı başlatmaz ama ona karşı geliştirilen savunma mekanizmasına ilk fiskeyi vurur. Kapı bir sınırdır her şeyden önce. Tarafınızı seçersiniz. Ayrıca bir eşiktir geçmeniz gereken. İçeri ya da dışarı. Kimi zaman önünde duran bir insan ikincil engeli teşkil eder, kimi zamansa ardına kadar açık olan kapıdan içeri adımınızı atmak istemezsiniz. Yani insan doğasının, görünmeyen kapıları inşa etmekte üstüne yoktur. Çünkü zaman dediğimiz ve ölçerken zorlandığımız şey, hayatımızı yöneten en büyük kapıdır aslında.
Evvela Ionesco’dan “Gergedanlar” ile çalınıyor kapı. Ve aynı bölümün içerisinde vurgulanan kahve bağımlılığı oldukça manidar. Elbette gergedanlaşan insanlar, serbest piyasa kültürüne uyumlu alışkanlıklar ve tekrarlar geliştirirler. Zamanla herkes birbirine benzer. Aynı sesi çıkaran, benzer şeyler düşünen, tepkileri kalabalıkta kaybolan, adımları gizlenen, ismi sıradanlaşan, kısacası şehrin içinde herhangi biri olup çıkan insanın dile getirilmeyen dramıdır bu aslında. Kahve de, el sıkışılan rutinlerin başında gelir ve gergedanlaşan ekonomik yapının en nadide piyasa ürünlerindendir.
İkinci kez çalıyor kapı. Bu kez “Godot’yu Beklerken” diyoruz ve oyunun başlangıcında çoğunluğun mutluluğu olan doğum günleri tekrarı vurgulanıyor. Pek çok şeyi beklediğimiz malum, bunlardan bir tanesi de hatırlanmaktır elbette. En azından yılda bir kez önemsenmek, düşünülmek ve özel hissetmek, gayet iyi gelir insan ruhuna. “İyi ki doğdun” seslerinin yüzümüze sürdüğü kısa süreli mutluluk, oyunun patronunun zaman olduğunu hatırlayamayacağımız kadar gelip geçicidir oysa ki. Bu haliyle derin dondurucuda saklanmış mutluluk, âdeta rüzgârı anımsatır.
Bir kez daha çalıyor kapı. “Kral Oidipus” sayesinde başka bir zaafımızla yüzleşmekten geri kalmıyoruz. Gelecekten haber alma merakı, bitmeyen medyum sevdamız ve ne kadar tekrar ederse etsin, asla bıkmayacağımız “Ne olacak?” sorularına verilmiş yanıtlar… Tüm bunlara duyulan tutku, zamandan ve teknolojiden bağımsız olarak insanları esir etmeyi sürdürmüyor mu? Bu yüzden de hiçbir şey yapmasak bile, muhakkak o kahve fincanlarını ters çevirip kapatıyoruz. Ve yarın, üzerine sinen buram buram umut kokusuyla, görüntüsünün onlarca kez üzerine çıkabilen, sihirli bir kelime olarak saplanıp kalıyor kalplerimizde.
Kapının dördüncü vuruluşu, “Gılgamış” destanının misafirliğini müjdeliyor. Onunla birlikte zorbalık, şiddet, hırsızlık, usulsüzlük de giriyor içeri. Yıllar geçse de hayatımızdan çıkmak bilmeyen korsancılık paraziti, Gılgamış’ın halkın elinde avcunda ne varsa almasıyla kuvvetli bir bağ kuruyor. Teknoloji geliştikçe ve maddi imkânlar zorlaştıkça kolaylaşan emek hırsızlığına çanak tutan güçlere gidip şikâyetçi olmakla, Gılgamış’ın halka zarar veren, “Ne biçim bir çoban?” olduğunu destanda Tanrılara sormak arasında bir fark var mıdır sizce?
Kapının son çalınışı da başlangıcın tekrarı aslında. Yine başladığımız yere, yani Ionesco’ya dönüyoruz. “Kral ölüyor.” Doyumsuz tarafımız, yani her zaman mutluluk ve neşeye aç oluşumuzla çetin ve derin bir mücadeleye tutuşuyor kral. İnsanlar umut etmekten ve hayal kurmaktan vazgeçmezken, sahip oldukça hep bir fazlasını isterler. Ve bu, esasında sürekli mutsuz olma durumuna dayatılmış bir merdivendir. Çünkü hedefe ulaşıp umut edilen şey ele geçirilince, yepyeni bir arzu çalar kapımızı. Sahip olmadıklarımızın eksikliği herkeste vardır. Bu kişi kral bile olsa. Hükmettikçe, erke sahip oldukça daha fazlasını ister. Ve bir süre sonra halkı için kılını dahi kıpırdatmadığından habersiz, “Oblamov” suretiyle ölene kadar bir şeyleri değiştirmeye üşenir. Hoş, ölüm lafını ağzına almaması da, zamanın ondan alacağı intikamın lezzetini kat be kat arttıracaktır.
Özetle İşgüzar Bir Tekerrür, çok dinamik, tempolu ve sıradışı kurgusuyla baş döndürücü bir oyun. Ant Aksan yönetmenliğinde seyrettiğim bütün oyunların yüksek çıtada olduğunu söyleyebilirim. Aslı Ceren Bozatlı’nın sihirli kalemi de parıldatmış metni. Bölümler içerisinde yaşatılan oyunla, bağ kurulması gereken nesnenin veya eylemin vurgusu bir parça daha yapılabilirdi belki. Ama alkışın büyüğü hep gözle görülen, rahatça işitilen tarafa gider ya, elbette oyunu bu denli yaşanılası kılan muhteşem ikili alacak aslan payını.
Murat Sağlam ve Elif Arslan, bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle rolden role adeta tavşan gibi sıçrıyorlar ve her seferinde seyircinin bam teline dokunup onları gafil avlamayı başarıyorlar. Murat Sağlam, daha sakin, oyunu orta sahadan kurmakla uğraşır gibi görünürken, Elif Arslan her an her şeyi yapabilir edasıyla izleyicinin heyecan ve merakını ayakta tutuyor. Ele avuca sığmaz bir çocuğun taşkınlık yaparkenki sempatisine sahip, çok özel bir oyuncu o. Murat Sağlam’ın kontrolcü tavrı ile hoş bir zıtlık oluşturdukları kesin ve bu ikilinin oyun arkadaşı olarak birbirlerini çok iyi tamamladıkları su götürmez bir gerçek. İkilinin diyaloglarını sıradanlaştığı ve düştüğü yerler yok denecek kadar az.
Son olarak Tiyatro Peron ailesine değinmeden edemeyeceğim. Çünkü gerçek bir aile samimiyeti sunuyorlar izleyicilere. Oraya oyun seyretmeye gittiğiniz vakit karşılaştığınız atmosfer sizi içine çekiyor. Misafir kimliğine bürünüveriyorsunuz. Sanki bilet almamış, bir arkadaşınıza çay içmeye gitmiş gibi. Şehrin debdebesinin ortasında sanat oksijeni sundukları için teşekkürler Tiyatro Peron’a.
Her şey bir yana, İşgüzar Bir Tekerrür, gelişen ve gelişmeye devam eden bir oyun. İki defa izledim. Muhtemelen üçüncü kez de seyredeceğim. Zira yeni yaralara parmak basma ve merhemi bizi eczaneye göndermeden uzatıverme huyu var bu tatlı ekibin. Konu ve derinlik, yepyeni absürt öğelerle beslenecek, daha farklı katmanlarla dimağımızı antrenmana çağıracak, burası kesin. En yakın tarihteki gösterimine bilet alın derim.
İyi seyirler.
Editör: Çisem Arslan
- Sakinler – Hande Ortaç - 27 Ağustos 2024
- Herkes Kocama Benziyor - 24 Mayıs 2024
- Cyrano de Bergerac – Tiyatro Peron - 1 Mart 2024