Algısız bir şekilde etrafta dolanmış konmak için yer arayan ama havada aynı yerde daire çizen bir kuş gibi etrafta bekleyebileceği bir yer aramış ve sonunda burayı seçmişti. Ama bunu hatırlamıyordu. Bir veya iki saat sonra gözünün önünde dalgalanmalar hissetti, mavi ışık. Deniz kenarında oturuyordu. Panikledi; oraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı, olmuyordu. Denize baktı; kendisi, üstünden yayılan ışık biçimsizdi, otomatik olarak düzeltiyordu kendisini ama bazen yapay zekâ hata veriyor ve ışık dağılıyordu, mobil aletten. Kendinizin düzeltmesi gerekirdi bu durumda. İndirmiş olduğu sadece beş giysi vardı ve bunları üzerinde de kısıtlı düzenleme yapabiliyordunuz ve en garip olan da kafasında bir sargı vardı, tabi yine panikledi.

Yarım saat daha, deniz kenarında oturduğu süre boyunca, stres bildirgesi çıldırdı resmen. İki kez hormon salgıladı ama daha fazla veremezdi, yarım saat içinde en fazla iki kez verebilirdi. Bazı bağımlılar ayarları bozup sınırsız salgı içinde kafayı buluyordu ama kısa zamanda tespit edilirdi.

Yarım saatin sonunda düşünecek hale gelmişti, tabii ki hafızasını sildirmişti, bunu yaptırdığını hatırlamıyordu ama anlamıştı, herkes bilirdi, bilmemek daha iyiydi tabii fakat bunun için de ek ücret gerekirdi. Keşke kimse ona hafıza silinme durumunu anlatmasaydı, sadece unutup mutlu olabilirdi, peki neden ek ücreti ödememişti? Bakiyesine baktığında yeniden bir krize girdi. İstese bile daha fazla harcama yapamazdı artık. Ben ne yaptım diye düşünerek bir yarım saat daha bekledi ve sonra bir kriz daha.

“Peki ben ne yaptım?” bunu her soruşundan sonra nefesini tutup gözlerini kapatıyordu sanki yanlışlıkla hatırlayacaktı tüm o şeyleri çünkü bilmek istiyordu ama bilmemesi gerekirdi. Tabii istediği kadar uğraşsın bunu asla yapamazdı.

Ne yaşamış olabilirdi?  Oturduğu yerde doğruldu, bacak bacak üstüne attı, gözlerini kapattı ve kafasını sallayarak güldü. Artık mutlu olma vaktiydi onun için. Hayır. Hızlıca ayağa kalkıp çığlık attı ki aynı hızla yerine oturup elleriyle ağzını kapattı. Nefes almakta zorlanıyordu, boğazı yanıyordu, görünmeyen bir güç boğazını sıkıyordu sanki. “Evet anladım” diye düşündü. “Çok kötü şeyler yaptım ben, çok kötü şeyler. Bu yüzden beni cezalandırdılar, yaptıklarım ile ilgili her şeyi aklımdan sildiler ama ben onları yeniden hatırlıyorum ve bu yüzden beni öldürüyorlar.” Ama ölmedi, sadece ağlamaya başladı, sessizce, boğazını sıka sıka ağlıyordu. 

Yeniden ne yaptığını düşünmeye başladı, bunu durduramıyordu. Hafızasındaki kopuklukları bulmalıydı.  “Nerede yaşıyorum? Kuzeydoğu Bağımsız Bölgesi”, “Hangi yıldayız? 2091”, “Buraya nasıl geldim? …” Evet işte hatırlamadığı bir şey bulmuştu! Ama hayır bunu zaten hatırlayamazdı, hafızasının silindiği herkesin hafızasından silinirdi, keşke sonradan da anlamasaydık diye düşünürken sormaya devam etti:

-Neden burada deniz var?

-Bilmiyorum.

-Neden denizin üstünde gökyüzü var?

-Bilmiyorum.

-Neden bilmiyorum?

-Bunu da bilmiyorum.

-Bildiklerim neler?

Bildiği herhangi bir şey söyleyemiyordu, oysa çok şey bildiğini sanıyordu. Demek tüm bilgilerini silmişlerdi. “Tamam, bilmemem gereken bir şey öğrendim ve sildiler, tehlikeli bir bilgi, çok gizli, derin bir sır, bir gizem, muamma, hayatın anlamı, hepsini unuttum, güzel, tamam. Acaba neydi, hayır, ama çok merak ettim, olsun et” ve bunları düşünürken aklına bildiği şeyler geldi, işte korktuğu olmuştu, hatırlamıştı! Kafasını ellerinin arasına alıp sıktı ama çok acıdı. Gözlerini kapatıp yavaşça hatırladığı şeyleri düşündü “Yumurtanın kabuğu vardır, su dalgalanır, hava var üstümüzde, biz varız, insanız, maymunlar var, orman var, ağaçlar var, yapraklar yeşil olur, çimenler de yeşil olur, toprak kahverengi, bir kere yere düşünce ağzıma toprak girmişti, eskiden patates yemiştim, domates meyve midir sebze midir, tarla fotoğrafı görmüştüm…”  ve bu tarz şeyler…

Aslında bunların hepsini az önce de biliyordu ama o an aklına gelmemişti, hepsi birbirinin ardından ortaya çıkmıştı ve sanki aralarında bir bağlantı vardı. “Herhangi bir şeyi nasıl hatırlıyoruz acaba?” yoksa gerçekten de kötü bir şey miydi bu bildikleri? Aklına şu an bir şekilde mi konulmuşlardı? Herhangi bir şeyi nasıl bilebilirdik? Onu bildiğimizi, onun gerçek bir bilgi olduğunu? Örneğin domatesin meyve mi sebze mi olduğunun doğruluğu neredeydi? Önce meyveyi tanırdık ve sonra sebzeyi ve bunlara benzeyen başka şeylere de sebze veya meyve derdik sonra benzeme işi daha da daralırdı ve bu tarz şeyler işte, ama o ne tüm sebzeleri ne de meyveleri gördü, şimdi emin olmadığı anılar ile bir sınıfa nasıl sokabilirdi domatesi? Domatesin gerçekliğinden emin miydi? Kafasının içinde hissediyordu onu, ama elinde yoktu veya önünde, şu an mı uydurdu onu? Gördüğü şeyler gerçek miydi peki? Anılar böyle değişken ise gerçek sandığı şeyler bile eski bozuk anılar sayesinde doğruluğuna inandığı şeylerin bir geri hatırlamasıydı. Ne bildiğini veya bilebileceğini daha önce hiç düşünmemişti. Ne önemi vardı ki bunun? Anıların ne önemi vardı, bunları kaydedebilirdiniz, bu sayede istediğiniz an o anıya bakabilirdiniz, ama genel ağ üzerinden de bazı şeyler görüp dinleyebiliyordunuz, gözünüzün önünde gibi oluyorlardı. O halde anılar mutlak gerçeklik olamazdı çünkü başkalarının anıları vardı ve onlar bize başkaydı, onları sonradan görüyorduk. Ama görüyorduk, acaba anılar tek bireye ait değil miydi, herkes birbirinin anılarında mu yaşıyordu? Peki ne zaman yaşanmıştı bunlar?  Bu aklındakine anı demekle yanlış yaptığını düşündü, peki ne diyebilirdi?  Akıl? Zihin? Hangisi? O kafasının içindekileri dışarı aktaramıyordu, o kafasının içindekilerin ne olduğunu bile söyleyemiyordu, gizemli bir yerdi insanın kafasının içi, hayır. Birileri onun içindekileri bir kutunun içindekileri çıkarır gibi değiştirebiliyordu rahatça. Belki de silinen buydu, bilginin kendisiydi unuttuğu. Evet, kararını verdi. “Düşünmek, bilmeye çalışmak sadece acı verir. Önemsiz bir şeydir ben de bunu sildirdim işte.” 

Derince iç çekti, huzursuzdu. Bu cevap onu tatmin etmemişti, fazlasıyla saçmaydı hatta. Çok kötü bir şey yaşadığına emindi. Acaba ne yaşamıştı. Sürekli verilen salgılara rağmen mutlu değildi. Denizi izliyordu, denizdeki her dalgalanma ile gözünden biraz yaş geliyordu. “Bu denizin benim gözyaşlarımdan oluşmadığını bile nereden bilebilirim ki? Ama buna emin gibiyim.” dedi ve işte o an olan oldu, hatırladığı zamanlarda hiç bu kadar korkmamıştı, karşısında onunla konuşan yabancı bir insan vardı! Bu insan ona bakarak “Sanatçı mısın sen ya?” demiş ve gülmüştü.  Yoktu böyle bir acı, ilk defa bir insan onunla dalga geçiyordu, buna dayanamayacaktı, kollarını kendine doladı, ağlamaya başladı.

Diğer insan o ağladıkça gülüyordu, sonunda yanına daha da yaklaşıp ne olduğunu sordu, Onun nefesi kesilmişti, dayanamıyordu, ilk defa böyle bir şey yaşıyordu, ne yapacağı hakkında hiç fikri yoktu. Nefesini tuttu ve hızlıca “Domatesin meyve mi sebze mi olduğunun doğruluğu nerede? Önce meyveyi tanırız, sonra sebzeyi veya tam tersi. Sonra bunlara benzeyen başka şeylere de sebze veya meyve deriz sonra benzeme işi daha da daralır ve bu tarz şeyler işte, ama ben ne tüm sebzeleri ne de tüm meyveleri gördüm, şimdi emin olmadığım anılar ile bir sınıfa nasıl sokabilirim domatesi?” dedi.  Diğer insan kahkaha attı ve “Vay be yılların geyiği, domates meyve sebze ha, en güzelini diyeceğim bak, domates meyzedir.” dedi. O şaşırmıştı, soruda meyve mi yoksa sebze mi olduğu soruluyordu ve o da sadece bu seçenekler üzerinde düşünmüştü, sanki sana verilenler ile sınırlıydı gerçeklik ve sana sunulanlar arasında mutlak özgürdün, sadece bu. O, karşısındakinin bir dahi olduğunu düşündü ve aklından geçen her şeyi ona sordu, sorular dağınık haldeydiler ama sordu çünkü bir dâhi bulmuştu.

Soruların daha yarısına gelmemişti ki karşısındaki kişi sinirlendi ve “Ne saçma sapan şeyler diyorsun sen ya! Aristocu musun sen? Sorgulamayın kardeşim her şeyi, insanları ayırmayın, insanlara karışmayın rahat bırakın insanları, bu nasıl bir Aristo mantığı ya. Sorgulayıp durmayın hayatı yaşayın işte sadece keyfinize bakın, her şeyin cevabı olmaz bazı şeyler öyledir işte, bir bitin artık ya yeter!” dedikten sonra gitti.

O, yere yıkılmış ve ağlıyordu, ağlıyordu, karşısındaki konuşurken sanki valkürler geçmişti, uçan atlar sürüyordu valkürler, bir yükseliyor bir iniyor, titreyerek dolanıyorlardı. Uçarak ilerliyorlardı onu, sonradan terk eden pos bıyıklı adama öncülük eden bıyıksız ama sakallı yaşlı bir adamın peşinden. 

O anlamıştı.

“Aristo kim? Aristo kim?” diye soruyordu ama anlamıştı.

Kesinlikle Aristo bir suç örgütü lideriydi ve o da Aristo’nun takipçilerinden biriydi, bu yüzden cezalandırılmıştı. İnsanlara zarar vermişlerdi, karşısındaki dâhiye uzunca sarılmak ve ağlamak istiyordu. Soru sormamalıydı, insanlara soru sormuştu emindi. Kendisine sorarken bile böyle acıyorsa kim bilir onlara sorunca ne olmuştu, bu güler yüzlü neşeli insan bile sinirlendiyse soru lanetli bir şeydi, düşünmek ölümcüldü. Bilmemek gerekirdi bazı şeyleri.

 Bilmemek barıştı. Bilmemek özgürlüktü. Bilmemek güçtü.

O bunu bildikten sonra yaşamaya devam edemezdi. En kısa zamanda yeniden hafızasını sildirdi, ilk fırsatta.

Ve Onun sonunu merak ediyorsanız, ağlayarak bayılmış ve yıllarca felçli yaşamış ve onun adına hiç söylemediği şeyler söylenmiş olabilir. Nereden bilebiliriz ki? O bilmediği gibi bilinmedi de asla.  Onu diğer insanlardan ayırabileceğimiz bir özelliği yoktu ki…  Hangisinin ne yaptığını nasıl bileceğiz, sadece hepsi bir gün öldüler, o da.  Hepsi aynıydı. Tüm insanlar. O da. Ve o ömrü boyunca akla ve bilgiye karşı oldu…

Ahmet Altan Hatipoğlu
Latest posts by Ahmet Altan Hatipoğlu (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close