Yazar: 21:38 Genel, Öykü

Gül Kokulu Nenem

Sabahın köründe çalan telefonla fırladım eski kanepeden. “Kim bu saatte arayan münasebetsiz?” diye söylenerek yarı uyur şekilde açtım. Babamdı, annesi telefonunu açmıyormuş gidip bir baksaymışım. Yarım ağız, “Tamam.” dedim, uykuya devam ettim. Saatler sonra uyandım, duş aldım. Kendime gelince telefona baktım, babamdan bir sürü mesaj:

“O iyi mi? Hâlâ gitmedin mi? Oğlum ben çıkamıyorum işten, git bak şu kadına düşüp kalmasın bir yerde…”

Babaannemin evi bana da babamlara da çok yakın değildi. Babam izin alıp geleceğine hep bana emrederdi. Neyse, dedim. O tarafta işim vardı zaten, ayak üstü uğrarım.

Babaannem dedemin ölümünden sonra evinden çıkmadı. Babam ve halam yarım ağız yanlarına çağırsalar da ikisi de bunu gerçekten istemiyordu. Babaannem de istemedi, “Kimsenin rahatını bozmam, ben evimde rahatım.” diyordu. Onlar da arada bir uğrayıp ihtiyaçlarını karşıladılar. Babaannem güçlü bir kadındı, çoğu işi kendi hallederdi. Birçok yaşlıya göre dinçti, aklı yerindeydi. Devlet işlerinde bile yardım istemezdi ama bence artık yaşlanmıştı, eski kuvveti yoktu.

Uzun bir süre önce yine böyle bir sebeple babam yanına beni yollamıştı. O zaman telefonunu bilerek kapattığını ne oğlunu ne de kızını görmek istemediğini söylemişti.

“Yanıma gelmeye tenezzül etmeyen çocukları ne yapayım ben?” diyordu bana.

Beni severdi babaannem, belki de bir tek beni severdi. Bir ara beraber yaşayalım ona da bana da iyi olur diye düşünmüştüm ama sosyal hayatım pek uygun düşmez diye vazgeçmiştim. Eskiden daha sık uğrasam da bir zaman sonra ben de seyrekleştirmiştim gidişlerimi.

Her ihtimale karşı önce kapıyı uzun uzun çaldım. Ses gelmeyince anahtarımla içeri girdim. Evde garip bir koku vardı, uzun zamandır temizlik yapılmadığı belliydi, toz öbekleri haraketlimle uçuşuyordu. İşte o zaman içime bir korku girdi. Ölmüş olabilir mi?

Ev tozluydu ama mutfak, odalar düzenliydi. Babaannem hep düzenli, tertipli olmuştu zaten. Dedem bundan dert yansa da o yaşta bile birbirlerine aşkla bakıyorlardı. Dedem çerez kabuklarını yere dökünce babaannemin bakışı yeterdi. Hemen kalkar temizlerdi. Küçükken onların ettikleri kavgaları izler, gülerdim. Büyüyünce benim de onlar gibi bir ailem olacak sanırdım, beni çok seven, çerezleri yerlere dökünce gözüyle beni döven bir eşim… Olmadı, onlar kadar şanslı bir nesil değil bizimkisi.

Tüm odaları dolandım, boştu. Babaannemi aradım, telefon sesi uzaklardan geldi. Mutfakta rafın üstünde bırakılmıştı, elime aldığımda şarjı bitti. Ne zamandır oradaydı acaba? Nereye gitmişti bu kadın? Dolandım, arkadaki küçük bahçeye baktım. Düşüp kalmasından kimsenin onu bulamamasından korkuyordum. Orası da ıssız bir ada kadar sakindi, yetiştirdiği sebzelerse gayet sağlıklı duruyordu. Maydanozlar, kıvırcıklar hatta domatesler pazardan aldıklarımızdan da güzeldi. Sonra fark ettim ki kendince bir sulama yöntemi bulmuştu, damla damla su geliyordu hortumdan. Ne zeki kadındı.

Markete falan gitti diye düşündüm. Küçük bir kâğıda not yazıp çıktım. Babama anlattım durumu, hatta bir temizlikçi ayarlanmasını, halama söylemesini ya da annemin temizlikçisini buraya göndermesi gerektiğini söyledim. Tabii annemin buna kesinlikle karşı çıkacağını biliyordum. Halam da birini yollarsa parasını kendi vermesi gerektiğinden kabul etmeyecekti.

Evime döndüm ama aklım onda kalmıştı; markete gittiyse neden telefonunu almadı ki?

Komşulara sormadığıma pişman olmuştum. Akşama doğru aradım, kapalıydı. Eve gelmedi mi daha? Gece geç saatte yine aradım, kapalı. İçime kurt düştü, babamı aradım. O da ulaşamamış, halam aramamış bile. Babama gidip bakmasını söyledim,

“İşten yeni geldim, çok yorgunum, sabah sen gidersin.” dedi. Bunları annemin söylettiğini duyuyordum. İnsan annesine nasıl bu kadar kayıtsız kalabilirdi? İçimden: “Anneme söyle ileride ben de aynı böyle yapacağım ona, karım ne derse o.” diye geçirdim. Annemi severdim ama babaanneme olan bu kinini hiç anlayamıyordum. Kadın bir kere ona laf etmiş diye bunu ömrü boyunca kafasına kakmıştı.

“Tamam ben giderim.” dedim. Gittim; bomboş, soğuk ev içimi ürpertti. Faturalara baktım, acaba ödeyebiliyor mu? Kendime kızdım; nasıl da onlara benzedim böyle? Nasıl bıraktım bu kadınla ilgilenmeyi? Oysa o beni büyüten kadındı, annemden çok emeği vardı üstümde. Dizim kanadığında, ilk aşk acısı çektiğimde o vardı yanımda annem değil. Sinirle komşuların kapısını çaldım. Onlarda görmediklerini söylediler. Zaten çoğu yeni taşınmıştı, tanımıyorlardı bile.

Bir yerlerde düştü kaldı da haberimiz mi olmadı? Hastane de falan mı acaba? Yine babamı aradım, durumu anlattım. Birkaç hastaneyle konuştum, iyice korkmaya başlamıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde annem ve babam, halam ve eşi geldiler eve. Hepsi içeri girerken kokudan yüzünü buruşmuştu. Annem parmağıyla tozu havalandırdı. Halam, “Ne olmuş buraya böyle? güzelim evi ne hâle getirmiş, iyi bir badana yapmak lazım, toparlamak lazım evi.” diyordu. Başta babaannemi düşündüğünden söylediğini sandım ama konuşma bambaşka bir hâl almaya başladı. Babam ve halam miras kavgasına girişmişlerdi. Gözlerim inanmıyor, kulaklarım duyduklarının gerçekliğini sorguluyordu. Kadına ne olduğu hiçbirinin umurunda değildi, tek dertleri evi ve diğer malları nasıl paylaşacaklarıydı.

Öfkeyle ayağa fırladım, ağzıma geleni saydım. Babaannemi aramamız gerektiğini, belki bir yerlerde hasta ve çaresiz bizim onu bulmamızı beklediğini söyledim.

Sustular, yapmacık utangaçlıkla bana hak vermiş gibi yaptılar. Ne yazık ki çok sürmedi, annem çoktan mutfaktaki yemek takımlarına göz dikmişti. Halam, “Onlar anne yadigârı asla vermem.” diyordu. Babam köşedeki antika plağa göz koyan enişteme ters ters bakıyordu.

Delirmek üzereydim, nasıl bir aileye sahiptim ben? Kimse kadının nerede, ne hâlde olduğunu merak etmiyor muydu? Ya öldüyse… O sinirle kendimi dışarı attım, öğlen olmuştu, karnım da acıkmıştı. Yanından geçtiğim pideciden gelen mis kokularla içeri daldım.

Babaannem ne çok severdi kıymalı pideyi. Küçükken dedemden gizli gizli gelirdik. Aslında babaanneme yasaktı, hastaydı o zamanlar. Ama buram buram kokan, dumanı üstünde, tereyağlı pideleri görünce ikimiz de dayanamazdık. Ah babaanne neredesin, keşke yine bir kaçamak yapsak, diyerek oturdum köşedeki sandalyeye. Garson koştu hemen, siparişimi aldı. Dükkân bayağı büyüktü, ilerideki köşede neşeli bir grup kahkahalarla sohbet ediyordu. Babaannemin yaşlarındaydı onlarda. İç çekerek onlara baktım.

Kızgındım, onu yalnız bıraktığımdan, kendi hayat derdime düştüğümden kızgındım. Anneme, babama kızgındım. Oysa annem işe, tatile ya da bir yerlere giderken babaanneme sormuyordu bile, “İşin var mı, çocuğa bakabilir misin?” diye. Babaannem hiç kızmazdı, oturur saatlerce benimle oyunlar oynar, resimler yapardı. Çoğu zaman da yemeği unutur, yakardı. Dedem ses etmeden kalkar hemen bir menemen yapardı bize. O güzel günleri nasıl unutmuştum, kendi ailemin yanında olmadığım kadar mutluydum onlarla. Ya babam ve halam? Acaba onlara bana davrandıkları gibi davranmamışlar mıydı? Neden şimdi böyleydiler?

Kendimi hatırlamaya zorladım; babam annemle evleneceği zaman babaannem, “Olmaz bu kız seni mutlu etmez, istekleri bitmez.” demiş sanırım. Annem ondan affetmiyor. Aslında babaannem haklı, derken gülesim geldi. Annemin bitmek bilmeyen isteklerinden sürekli yakınırdı babam. Halamın eşini dedeme söylediklerinde olmaz o iş, demiş, denk değiller. Halam çok kızmış bu sözlere, inat uğruna evlenmiş eniştemle ama halam her zaman dedemi suçlamış; senin yüzünden evlendim, diye. İnsanlar kendi hatalarını yaftalayacak birini arıyorlar hep.

Babaannemi aramamam benim hatam, kimseye kulak asmamalıydım. Annemin dolduruşunu, kardeşimin saçma kin dolu sözlerini… Dinlemiyormuş gibi düşünsem de demek içime yer etmiş ya da işime gelmiş uzak durmak, sorumluluk almamak. Yaşlı biriyle yaşamak, onunla ilgilenmek büyük özveri gerektirir, kendine ayıracak vaktin kalmaz, sürekli hastane gez, ilaç al, ilgilen…

Ne garip, bir çocuk gibi sürekli ilgi gerektiriyor ama büyük olduklarından ilgilenmek yük geliyor. Sanırım çocuk yapmayacağım.

Düşüncelerime dalmışken pideler geldi. Aynı hayalimdeki gibi, tereyağlı, dumanı üstünde. Babaannem kenarlarını severdi, onları bir köşeye bıraktım, o yiyecekmiş gibi. İlk lokmayı ağzımda tadına vara vara döndürürken yaşlı bir kadının bana doğru gülerek geldiğini gördüm. Babaanneme ne kadar benziyor diye düşündüm bir an. Dikkat kesilince o olduğunu anladım ve öyle bir ayağa kalktım ki sandalye yere düştü.

Karşımda kahkahalarla gülüyordu. Oturdu; beni gördüğüne çok şaşırdığını ve bir o kadar da sevindiğini söyledi. Günlerdir buralarda olmadığını, yeni edindiği arkadaş grubuyla -başıyla ileridekileri gösterdi- tura gittiğini, telefonunu da kimse ona ulaşamasın diye almadığını anlattı. Şaşırmıştım; bu yaşta bu enerji.

“Yaşlıyım ama ölmedim daha.” diye güldü. “Gençliğimde dedenle çok istemiştik gezmeyi, olmadı, kendi çocuklarımız, sonra torunlar, hastalıklar… derken. Yaşlandım, deden dayanamadı. Sonra bir gün telefondaki tur reklamları ilgimi çekti. Şöyle bir düşündüm neyi bekliyorum? Beni arayan yok, ihtiyaçları kalmadı, hayatım daha ne kadar var bilmiyorum, dedim yazıldım. Önce korktum ama arkadaş edindikçe eğlenmeye başladım.”

“E hasta değil misin? Nasıl gidiyorsun, ya başına bir şey gelirse? Kim ilgilenecek seninle?”

“Şimdi kim ilgileniyor? Kaç haftadır evde yokum daha yeni fark etmişsiniz.” dediğinde utandım, başım öne düştü. “Kimseye sitem etmiyorum kuzum. Herkes kendi hayatını yaşıyor, ben de öyle.” Durdu bana baktı: “Miras paylaşımı başladı mı?” derken göz kırptı. “Evet.” diye başımı salladım. Daha çok güldü: “Yesinler birbirlerini, zırnık alamazlar benden evi bağışladım, bankadaki parayı da yiyorum bir güzel. Ölene kadar gezeceğim.” Sonra hüzünle bana baktı: “Kimseye söylemeyeceğine söz ver.” dedi.

Söz.” derken bu anlattıklarından bahsediyor sandım.

“Demin söylediklerimi hepsine söyle, şimdi söylediklerim aramızda.” derken çantasından bir zarf çıkardı. “Bu senin. Hesabındaki para küçüklüğünden beri düzenli olarak yatıyor, aslına bakarsan tüm torunlarımın böyle bir hesabı vardı ama onlarınkini bir güzel yiyorum. Bir sen bizi bırakmadın güzel oğlum. Evi de sana bırakırdım da seni rahat bırakmazlardı. O yüzden evi bağışladım. Şimdi sen al bu parayı o hep hayalini kurduğun kafeyi aç. Ayrıl şu saçma işten.”

Güldüm, sarıldım sıcacık, ne çok özlemiştim ona sarılmayı, kokusunu çektim içime. “Gel, benim evimde yaşa, ben sana bakarım babaanne.” dedim.

“Olmaz kuzum, görecek çok yer var artık evde pinekleyemem. Ben daha ölmedim.” diye güldü.

“Hiç ölme sen, gül kokulu nenem, hiç ölme.”

Editör: Feyza Cengiz Dündar

Sevda Keten
Latest posts by Sevda Keten (see all)
Visited 8 times, 4 visit(s) today
Close