“Yağmur yağıyor, seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor”
“Ela, kimden öğrendin bakalım bu tekerlemeyi ?”
“Babaannemden öğrendim, okuldaki arkadaşlarıma bile öğrettim baba.”
Ben çocukken komşuluğun birkaç türü vardı. Babaannemin ve annemin severek gittiği komşular ve mecburen gidilen komşular. Annemle babaannem evin erkeklerini işe gönderiyor, öğle ve akşam yemeği hazırlıklarını bitiriyor, hep beraber misafirliklere gidiyoruz. Gezmelere gitmediğimiz zamanlar Sarayköy’ün dışındaki bahçemize gidiyoruz. Hep beraber doluşuyoruz at arabasının tahta kasasına. Evden çıktığımızda yaz mevsimindeysek sıcak çökmeye başlamış, bahardaysak yeşili müjdeleyen bir serinlik. Yol kenarlarında açan gür üzümlerini keşfetme çabama at arabasının taş yolda çıkardığı sesler eşlik ediyor. Dönüp dönüp arkaya bakıyorum, tekerleklerin çıkardığı izlerden şekiller bulma oyunu oynuyorum. Bir yılanı geride bırakıyorum, salyangozu ya da ağaç dalını. Bahçeden getirilen meyvelerin bir kovasının mutlaka komşulara dağıtıldığı yıllar. Karşı komşumuz Meryem ninelere de veriyorlar getirilenlerden. Önce onlara vermeleri gerekir zaten, Meryem ninenin adı tekerlemelerde var, Arap kızı diyorlar ona.
Bahçe komşumuz Zümrüt ablaları hepimiz çok seviyoruz. Yaz olduğunda neredeyse her gün süren beraberliğimiz sonbaharla Sarayköy’deki evlerimizin uzaklığından haftada bir güne kadar düşüyor. Babası da dedesi de memurmuş Zümrüt ablanın, annem öyle diyor. Okumuş insan başka oluyormuş; görgüsü, bilgisi, tavrı… Ben Zümrüt ablanın beline kadar gelen sarı saçlarını-ki mutlaka dalgalıdır- uzun kirpiklerini biliyorum. Çok güzel çikolatalı pasta yaptığını bir de. Evleri; bahçelerinde sümbüllerin, ıhlamurların boy verdiği, ahşap kokulu eski Rum evlerinin bulunduğu mahallede. Onların bahçeli, iki katlı, kâgir evlerine gitmek öğleden sonra güneşinin hepimizi sarıp sarmaladığı, okşadığı günlerde merasimle gerçekleşiyor. Annem sadece onlara giderken bir ruj sürüyor ve topuklu ayakkabılarını giyiyor. Annemin topuklu ayakkabılarıyla salınışı güneşi unutturur cinsten, hayran hayran izliyorum. Annemle gezmelerimiz o sokaklarda…
“Bu sene pastırma sıcaklarını da görmedik, değil mi sevgilim?”
“Haklısın hayatım, yağmurla geçti bu yıl sonbahar. Ela’nın tekerlemesini duydun mu?”
“Evet, annen öğretirken duymuştum. Çikolatalı pasta yapmamı ister misin?”
“Annem gelmeyecekse olur.”
Zümrüt ablalarla tanışıklığımız konusuna yabancıyım. Ama biz bahçeden girerken evin kapısına çıkmalarından, beni öpüp koklamalarından, annemlere sımsıkı sarılmalarından çok yakın olduğumuzu düşünüyorum. Zümrüt abla ile Nureste Hanımteyze bizi içeri buyur ediyor gözlerinde ışıklarla. Sağlı sollu odaları geçip gıcırdayan basamakların müziğiyle artık yerinden kalkamayacak kadar ihtiyarlamış Atıfet Hanımninenin oturduğu misafir odasına çıkıyoruz. Bordo renkli kadife koltukların içindeki en anlamlı dekor o. Dantelli beyaz örtüsüyle yüzü yarışırken yeşil gözleri yılların ve anıların ağırlığını anlatıyor sanki. Kızı Nureste Hanımteyze ona benzemiyor. İhtiyar bir anne ve genç bir kıza kimseye muhtaç olmadan bakmanın çökmüşlüğü var. Sürekli mekik oyası yapıyor. Onun mekiklerindeki sessiz, hüzünlü desenler Zümrüt ablanın iğne oyalarında rengârenk huzura ve neşeye bırakıyor yerini. Kapılarını bizden başka açan olmuyormuş. Zümrüt abla annesi ve anneannesi yalnız kalmasın diye kısmetlerini çeviriyormuş. Peri kızı Zümrüt abla…
Annemler onlara eli boş gitmiyor hiç. Etrafımdaki erkekli evlere benzemeyen çaresizlik ve yalnızlığı belli etmek istemeyen mahcup bir edayla bırakıyor elindekileri mutfağa annem. Nureste Hanımteyzenin titreyen sesinden nedenini anlayamadığım bir ağlamaklı hal geliyor benim de üstüme. Zarafet ve minnettarlık dolu bakışlardan sonra çay sohbetine geçiliyor. Çayın yanında Zümrüt ablanın hiçbir masraftan kaçmayarak bizim için yaptığı çikolatalı pastayı görünce oluşan iştahım, onunla bakıştığımız anda yerini mide kasılmalarına bırakıyor. Çocukluğumun en mahrem ayrıntısı Zümrüt abla…
Çocukluktan ergenliğe uzanan o misafirliklerden birinde hiç beklemediğimiz bir şeyle karşılaşıyoruz. Nureste Hanımların kapısını bizden başka açan olmaz sanırken sonbaharın ilk günlerinde uzun boylu, yakışıklı bir adamın evin bahçesindeki kameriyede oturmuş kahvesini yudumladığını görüyoruz. Zümrüt ablanın halini, Nureste Hanım’ın yüzündeki neşeyi seziyorum, kalbim sıkışıyor. Çocukluk aşkımın bizim yanımızda şarkılar söyleyen sesi gidiyor, titrek tınılara dönüşüyor. Nureste Hanım annemleri karşılamaya çalışırken genç adam da ayağa kalkıyor. Saygıyla bizimkilerin elini öpüyor. Ortamdaki kadınların samimi konuşmaları ve kucaklaşmaları ona da bir rahatlama getiriyor.
“Bak Müzeyyen, bizim Mükerrem’le İhsan’ın oğlu Tahsin ziyaretimize gelmiş. Avukat çıkmış bu sene.”
Geniş omuzları, biçimli çenesi, kapkara gözleriyle bize gülümsüyor Tahsin. Önündeki kitaba kayıyor gözlerim “Aganta Burina Burinata”. Ne demek olduğunu anlatıyor ve o günden sonra Tahsin, abim oluyor.
Kış hazırlıklarının nişan hazırlıklarına karıştığı, turşuların yapıldığı günler geçiyor. Tahsin abiyle arkadaş oluyorum. Benimle ilgilendiği zamanlarda bile Zümrüt ablayı süzdüğünü görüyorum, içim sızlamıyor artık. Üçümüz bağlarda, bahçelerde geziyoruz; son demlerini yaşayan papatyalardan taçlar, lalelerden gelin kızlar yapıyoruz.
“Bak lalelerin yeşilinden alacaksın, dış yapraklarını gelinin mantosu yapacaksın. İçinden çıkan kırmızı yapraklarsa gelinliği olacak. Bir tane de açmış laleyi gelinin başına geçireceksin. Bak ne güzel oldu!”
Bazen kendileri geziyorlar; döndüklerinde Zümrüt ablanın yanakları al. Sevişiyorlarmış, öyle duyuyorum. Günler kışa evriliyor bir taraftan, bir taraftan gelinin sandığı doluyor. Babaannemle annemin konuşmalarını duyuyorum bir gün.
“Gün battıktan sonra eve acı turşu sokulmaz, demiştim Müzeyyen. Nişandan önce yapmayacaklardı demiştim sana. Ondan hep bu ayrılık.”
“Göz değdi anne, Zümrüt’üme göz değdi. Domuz yağı sürmüşler bahçedeki oturakların altına. Hep ondan bu ayrılık.”
Hayatımıza bir anda giren Tahsin abi yine bir anda çıkıp gidiyor hayatımızdan; Zümrüt ablanın gözünün feri kayboluyor. Mum gibi eriyor günden güne. Okul olduğundan eskisi kadar göremiyorum onu. Tahsin abiyi Denizli’de başka bir kızla görüyorum el ele. Anneme anlatacak oluyorum, adını andırmıyor. Zümrüt ablanın adını bir sabah okula giderken okunan selada duyuyorum. Annem bir daha çikolatalı pasta yapmıyor.
“Hayatım, kapıya bakar mısın?”
“Aaaaa, hoş geldin anne, geleceğini bilmiyordum!!!”