Tarık Tufan’ın Gece Açan Çiçekler adlı eseri, yüzeyde basit ama derinlerde karmaşık bir anlatı sunar. Bu kitap, kayıp hissiyle şekillenmiş karakterlerin, zamanın gölgeleri arasında yürüttükleri içsel yolculukların romanı. Yazar, okuyucusunu gündelik olanın içindeki kırılmaları fark etmeye, sıradan bir anın arkasındaki devinimi hissetmeye davet eder. Melankoli, yalnızlık, yabancılaşma ve geçmişin izleri, Tufan’ın kaleminde sessizce çiçek açar tıpkı gecenin karanlığında açan o görünmez çiçekler gibi.
Yazarın dili, süslemelerden uzak ama duygusal açıdan yoğun bir sadelik taşır. Kimi zaman bir cümle bir şiir gibi okura dokunur; kimi zaman da bilinç akışı tarzında, iç monologlar eşliğinde akar. Cümleler arasında bilinçli boşluklar, tamamlanmamış düşünceler, yarım bırakılmış sorular vardır. Bu da okura sadece metni değil, metnin söylemediklerini de düşünme alanı sunar. Tufan’ın dili, dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru açılır okuyucunun içine işleyen türden.
Roman, birbirinden kopmuş bir ailenin hüzünlü ve parçalanmış hikâyesi etrafında dönüyor. Bu kopuş, yalnızca fiziksel değil; duygusal, ruhsal ve hatta zamansal bir kopuş. Karakterler birbirlerine temas etmek istiyor ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyor gibiler. Yine de yazarın kalemi, bu acıyı okura boğucu değil, anlayışlı ve derin bir melankoliyle aktarıyor. Okurken üzülüyorsunuz belki, ama o üzüntü sizi aşağı çekmiyor aksine düşünmeye ve hissetmeye çağırıyor.
Kitabın en güçlü yanı ise hikâyenin içinde zamanın kıymetine dair yayılan o ince duygu. Anın içinden geçerken fark etmediğimiz şeyler -bir bakış, bir ses, bir dokunuş- romanda âdeta kokusuyla hissediliyor. Sanki Tarık Tufan okura fısıldıyor: “Bir gün her şey geçecek, ama sevdiklerinin kokusu kalacak.” Zaman burada sadece bir ölçü değil sevmenin, kaybetmenin ve hatırlamanın ta kendisi.
Kitabın kahramanları, genellikle sessizce acı çeken, geçmişte kalmış olayların gölgesinde yaşayan, kendilerine bile söyleyemedikleri suçluluklarla boğuşan bireylerdir. Tarık Tufan karakter yaratırken sadece dış eylemleri değil, iç dünyadaki çöküntüleri, pişmanlıkları ve çelişkileri de başarıyla aktarır. Bu nedenle okur, karakterlerin yaşadıklarını izlemekle kalmaz; onların ruhuna temas eder, hatta kendi geçmişine doğru sürüklenebilir.
Tarık Tufan’ın bu kitabı, tam anlamıyla bir “melankoli estetiği” taşır. Melankoli burada bir tür varoluş hâlidir; ne tam anlamıyla umutsuzluk ne de umut. Yalnızlık ise her sayfada hissedilir. Fakat bu yalnızlık patetik değil, derinleştirici bir yalnızlıktır. Aidiyet arayışı ise hem karakterlerin yaşadığı toplumsal yapıya hem de kendi içsel kırılmalarına karşı geliştirdikleri bir tepkidir. Kimse tam olarak ait değildir, hiçbir yer gerçek bir “ev” değildir.
Kitapta zaman doğrusal değildir; geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir köprü kurulur. Anlatı boyunca karakterler sık sık geçmişe döner, bazen bir sokak, bazen bir çocukluk anısı ya da bir kayıp, onları geçmişin karanlık sokaklarına sürükler. Klasik bir olay örgüsünden çok, fragmanlara, anılara ve düşünce sıçramalarına dayalı bir yapı sunar. Bu yapı post modern anlatıların izlerini taşır: Kesintili zaman çizgileri, öznel gerçeklik algısı ve çoğu zaman parçalanmış hikâyeler… Bu tercih, hem okurun dikkatini metne çeker hem de yaşantıların bir bütün olarak değil, parçalar hâlinde hatırlandığını hissettirir.
Roman iki anlatıcının sesinden kuruluyor: Halide ve Derviş Ali. Bu iki karakterin birbirinden ayrı gibi görünen hayatları, kitabın satır aralarında yavaş yavaş birbirine dokunuyor. Derviş Ali’yi okuyorsunuz, sonra Halide’yi… Her geçişte, zamanlar arasında bir kapı açılıyor. Şimdiden geçmişe, geçmişten şimdiye doğru, ince bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Bu çift seslilik, romanı yalnızca bir hikâye değil, aynı zamanda bir zaman deneyimi hâline getiriyor.Bu deneyimi tamamlayan bir diğer unsur da müzik. Romanın bazı bölümlerine eşlik eden melodiler ya da müzik imaları, geçmişe duyulan özlemi daha da görünür kılıyor. Tıpkı bir eski plakta çalan şarkı gibi çiziklerinden belli ama hâlâ dokunaklı.
Derviş Ali ile Halide’nin birbirleriyle bağlantıları ve benzerlikleri ise roman boyunca tam anlamıyla ortaya çıkmıyor. Bu bilinçli gerilim, anlatıya ayrı bir derinlik katıyor. Onların dertlerini anlıyorsunuz ama bu dertlerin nerelerde kesiştiğini ilk etapta fark etmiyorsunuz. Belki de hayatın kendisi gibi… İnsanların acıları birbirine benzer ama bu benzerlikler çoğu zaman sessizce yaşanır, kelimelere kolay kolay dökülmez.
Kitap, bir yandan zamanın izini sürerken bir yandan da sevdiklerimizin, anların, sessizliklerin kıymetini hatırlatıyor. Bizi bekleyen bir yüzleşme yok bu kitapta; daha çok, içten içe büyüyen bir fark ediş var. Geçmişin içine çöreklenmiş özlemlerin, kayıpların ve dokunulamamış duyguların arasından usulca geçiyoruz. Son sayfayı kapattığınızda aklınızda bir hikâye değil, bir his kalıyor. Ve bu his, adı gibi, gece açan bir çiçek gibi karanlıkta açıyor ama karanlıktan korkmuyor.
Gece Açan Çiçekler, okunup geçilecek bir hikâyeden ziyade, içine girilip yavaş yavaş solunacak bir metin. Tarık Tufan’ın en güçlü yanlarından biri, insanın görünmeyen taraflarını edebiyatın görünür kılmasıdır. Bu kitap, o görünmeyen tarafların, bastırılmış duyguların, dile gelmeyen soruların romanıdır. Her okur, kendi geçmişinden, kendi karanlık gecesinden bir çiçekle dönebilir.
Editör: Ekin Köklü
- Gece Açan Çiçekler: İstanbul’un Kayıp Zamanlarında Açan Bir Hüzün - 12 Haziran 2025
- Misakın Aynaları: Anadolu’nun Belleğinde Bir Yolculuk - 28 Nisan 2025
- Araf Müzikali Röportajı - 22 Nisan 2025