Yazar: 18:22 Öykü

Fısıldayan Yankı

Yasaklı şehir kıyılarına çıktı yollarım. Hiçbirinde ikamet edemedim. Kovulmadım ama içim götürmedi dikenlerin gölgesinde yürümeyi. Duvarlar üstüme yığıldıkça direnebilmeyi öğrendim. Nerede olduğumu anımsayamayacak kadar buğuluydu zihnimin içi çoğunlukla. Kulaklarımda yankılanan belli belirsiz seslerle boğuşuyordum.

Çın…çınnn…çınnnn…

Öyle ki sondaki n harfi kimi zaman uzadıkça uzuyor, neredeyse fezaya ulaşıyor gibiydi.

Adımlarımı sese doğru arşınladığımda pırıltıyı andıran ışık hüzmesi yoluma sızıyordu. Oysa hâlâ gözümü açamazken. Ben de pırıltıların yönüne doğru ilerlemeye devam ediyordum.

Çınn…çınn…Tek bir melodiye kurulu sesler yankılanıyordu etrafta. 

Yolun ilerisinde önüme cüsseli bir gölge çıkar çıkmaz başımı kaldırdım. Gördüm ki devasa bir bina. Çocukken okuduğum masallara ışınlanmış gibi hissettim o anda. Sırlı köşkler, pörsümüş kocaman evler, saraylar gözümde canlandı. Binanın arka tarafından sese ulaşabilirim diye düşündüm. Yürüdükçe adımlarıma eşlik eden nefesimin hızı artıyordu. Bir türlü binanın arka tarafına ulaşamıyordum.

Her şey elimdeki bardağın yere düşmesiyle gün yüzüne çıktı. Hiçbir yere varamayan her şey. Şaşkınlıkla cam kırıntılarına bakıyordum. Başımı kaldırmak istemeden baktıkça bakasım geliyordu.

Market görevlisi hızlıca gelmese daha da bakacak gibiydim.

“Üzgünüm, maliyeti neyse veririm,” derken mahcubiyetimi gizleyemedim.

Tiyatro grubunda başrol oynayan ben değilmişim gibi her şey zamanın geriye akmasıyla birer birer siliniyordu. Tüm başarıların limiti eksiye iniyordu anbean. Kırılmış cam parçaları sanki hayatımın yıkık anlarını hatırlatıyordu. İnsan parçaları birleştiremiyordu. Zamanın soyutluğu maddeye daima üstün geliyordu. Şimdi yanımdan geçen kişinin Mehmet olduğunu kabullenmek ne zordu aman Tanrım. Kendisi görmüş müydü emin değildim. Ama selam vermeye cesaret edemeden olduğum yerde kalakalmıştım. Oysa Mehmet değil miydi kendimi keşfettiğim, ruhunu ruhumda hissederek çorak topraklarımı tazelediğim, onunla konuşurken hayata dair taze cümleler kurduğum kişi? Zamanın sınırsızlığını yaşadığım. Ta ki kulaklarımda yıllarca fısıltıyla yankılanacak cümleyi duyana dek:

“Farklı halin hoşuma gitti ancak dostluktan öteye bir şey hissetmedim.”

Yankılı ses tekrar ediyordu:

“Faaarklı haliin hoşuma git…”

Hayır, tamam, daha fazla duymak istemiyorum.

Bense dost kalmaktansa yolumdan çekilmesini söylemiştim. Yaklaşıp kaçınarak ne yapmaya çalışıyordu ve bu elde tutmanın adı neydi? Cevabı olmayan sorularla yaşlanacaktım.

Yaşlanmıştım.

Ofiste yalnızca Ayşen ile konuşabilirdim böyle şeyleri.

“Beni görüp görmediğini bilmiyorum Ayşen ama inan bana kendimi çok kötü hissettim. Bunca zaman sonra markette denk gelmek…Üstelik tanıştığımız o meşhur semtte.”

Öğle arasındaydık. Dışarıda ılık bir rüzgâr esiyordu. Taze bahar kokuları umutsuzluğun üstünü örtüyor gibiydi. Ayşen derin nefes çekti önce. “Tamam şimdi geçti sakin ol. Sen değil miydin ofisteki kızlara Güzin ablalık yapan? Telkinlerini hatırla ve üç, iki, bir. Haydi iyi hissetmeye hazırlan. Ama önce rahatla biraz, anlatmak istersen dinlerim,” dedi.

Sessizliğin diliyle dinlenmek daha cazip geldi o an. Her insanın kendi notalarını oluşturduğu sessizliğin dili. Dinlendim bir süre. İçsel yolculuk başladı. Parıltılar ara ara üzerime aksedince pencereye yaklaştığımı fark ettim.

Sesler, evet sesler, yine çınlamaya başladı kulağımda.

Çın…çın…

Devasa binaya yaklaşırken ayağımda bir ağırlık hissediyordum.

O da ne!

Baktım ki taşlar arasındayım. Yürümeye çalıştıkça bir taşa takılıyorum. Tam kurtardım derken başka bir taş. Tökezliyorum her defasında. Düştüm, bu defa olduğum yerde öylece kalakaldım. Bir bu eksikti! İri iri dikenler. Nereden çıktı şimdi bunlar. Ellerim kanıyor, kanı durdurmaya çalışırken acısını bile unutmuşum.

Sessizliğin dilinde ismim yankılandı. Ayşen’in sesiydi, öğle arasının bittiğini hatırlatıyordu.

Ofise geçtiğimizde toplantı çoktan başlamıştı. Haftalık eğitim sunumlarıyla çalışanların motivasyon ve işlevselliğini artırmaya yönelik toplantılarda tüm elamanlar bir arada oluyordu. Sunumda nüfus planlama kısmındaydık. Varoş sokaklarda oynayan çocuk grupları, ağlamaları, bağrışmaları, duyarsız anne babaların iletişimsizliği ve bunun bedelini öderken ömür tüketen herkes. Kısa film gösterisini aratmayan manzaralar birbirini izliyordu.

Geçen ay kırılan masanın hafif çukurlaşmış kısmına bakakaldım. Uğultulu bağrışmalar içinde bir çocuk şaşkın şakın etrafı izliyordu. Evliliğinde mutsuz bir kadının “Belki çocuğum olursa mutlu olurum,” düşüncesine kurban gideceğini henüz bilmeyen bir çocuk. Kendi kaderine neden ortak etmişti bu masum çocuğu. Büyümeyecek miydi? Onun da kendi hayatı olmayacak mıydı?

Büyümüştüm evet ama kendime ait bir hayatım olamadı. Küçük yaştan beri mutsuz bir anne yaşantısının ezgilerine şahit olmak ancak dile kolaydı. Onun ara ara hastalanması ve evin hizmete muhtaç olması beni belli bir sınıra kadar özgür kılıyordu. Sadece lavabo ihtiyacını kendi görebilen annenin her türlü bakımı vardı tabi bir de. Okumayı severdim. Dayımın boylu boyunca uzanan raflara dizili kütüphanesi bana okuma yolunda ön ayak olmuştu. Bazen ödünç kitaplar alırdım dayımdan. Hatta bir gün dergide gördüğüm resimle hayatımı özdeşleştirecek kadar etkilenmiştim. Kocaman ele bağlanmış bir halat vardı resimde. Halatın ucunda bir insan. Sadece halatın uzunluğu nispetinde özgür olabilen bir insan. Tıpkı benim gibi. Oysa karakter olarak özgür olmam bunu oldukça zorlaştırıyordu.

Hastalıklar hastalıklarla boğuşuyordu sahnelerce. Fakülteden sonra hayal olmaktan öteye geçemeyen büyük planlarım sükuta bürünmüştü. Ve o kocaman ele bağlı olan halat kısalınca yarım özgürlük alanım da çeyreğe inivermişti. Kanser anne, zorlu kemoterapi süreci, kronik şikayetler peşi sıra gelen umutsuz notalar esiyordu o sıralar iç dünyamda.

Hatta işten istifa etmeye kadar giden durumu kabullenememekle geçecekti bundan sonraki günlerim. Yaşamında yarım basamaklı merdivenlere yelken açıyordum istemsizce.

Evdeki eşyaların bile yabancı olduğunu, onların hiçbirini seçemediğimi, odamdaki kitaplar olmasa kendi evime iyice yabancılaşmış olacağımı duyumsardım sıklıkla. Sorumluluğun altındaki ezilmişlikle başa çıkmaya çalışmakla geçmişti hayatındaki bu dönem. Evli bir kadından farksızdı sorumluluklarım, hatta çoğu zaman daha fazla. Evlilik meraklısı da değildim ama terapistime bir defasında ‘Sanki eşim ölmüş gibi hissediyorum,” dediğimde çok şaşırmıştı. Tabi önce gülüştük bir süre karşılıklı. Tebessümlü kahkaha da diyebiliriz aslında. Seans bitiminde bana bir dahaki seansa kadar bu cümlemin altında saklı olan gerçekliği kâğıda yazmamı istemişti. O hafta hayatımın geçmiş sahnelerinde buldum kendimi. Sonradan anladım, evi sahiplenmenin sahipsizliği içinde boğuluyor gibi olmakmış bana bu hissi veren. Kaleme aldığım sahneler ilerledikçe açılan perdelerde Mehmet kahvesini içiyordu. Unuttuğumu sanıyordum halbuki. Çatırdayan buzdağının sesi kulağımda yankılandı. Freud amca purosu elinde tebessüm etti o an bana. Kırılan buzdağı… Ne bulmuşum bu herifte, bulmaz olaydım. Aşka inanmazken kendi hayatımda uygulanışı. Bir daha hiçbir karşı cinsi onun yerine koyamayışım. Beni sevenlere karşı kayıtsız kalışım. Okul yıllarından kalan ters denklemi hayatımda buluşum. Matematikte başarısızken hem de. Yaşım geçtikçe artan unutkanlığım içinde.

“Farklı halin hoşuma gitti ancak dostluktan öteye bir şey hissetmedim.” Fısıldayan yankılı sesi kısmaya çalıştıkça, imlasına kadar taa derinlerden duyuşum. Mevsimin sarı yaprakları gibi ömür dakikalarım arasında yaş alışım.

Altmış yaşında dahi fısıltıyı duyuşum.

“Yürü yeniden,” cümlesi kulağımda belirdi. Fakat bu ses… Bendim. Hayattaki tek şansım olan kendi benliğim. Bir daha dünyaya gelecek olsam yine bu benlikte var olmak isterdim.  Çınlamalar oradaydı hâlâ. Yürüdüm ve binanın önüne vardım sonunda.

Basamakları sağlı sollu tırmanacaktım. Hay Allah, eğik eğik basamaklar! Gıcırdayan kapıyı açar açmaz duvar diplerindeki örümcek ağlarıyla göz göze geldim.

Pencere önüne yaklaştığımda camın ardına nasıl geçeceğimi düşünmekten başka bir şey gelmiyordu elimden.

Kırmak! Camı kırmaktan başka çare bulamadım.

Peki ya ellerim kanarsa? Elbette kanayacaktı. Yok buna göz yumamam. Ya ellerim…

Birkaç dakika sabırsızlık için hayatı boyunca yara iziyle yaşamaya mahkûm olursa ellerim.

Beklemekle yetinmek, sadece izlemek şu panayır meydanını. Yetinmeyi bilmek, membaına ulaşmak için en yakın yolmuş gibi göründü gözüme. Beklemekle öğrenilen sabrın özlerini bulacağım. Mecalsiz şehir duvarlarının üstüme yığıldığı tüm şehirleri dolaşacağım yeniden. Kendi şehrime sağlam duvarlar inşa edeceğim. Ama önce ruhumu yeni bir Ceyda’ya üfleyerek.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Visited 36 times, 1 visit(s) today
Close