Kapının önüne geldim, sol elimi yavaşça kaldırdım. Titriyordu. Kapının tokmağına dokundum, belli belirsiz birkaç darbe ile çaldım. Çıkan cılız ses ve tıkırdamaların düzensizliğinden anlaşılıyordu kararsızlığım. Kafamda bu anı yüzlerce kez senaryolaştırdım, yaşadım, oynadım. Birinde sağ elimde bir bıçak vardı, kapıyı açtığı an derin bir nefes alıp saplıyordum göğsüne. Yaklaşıyorduk, gözünde bir damla yaş ile kalakalıyordu. Yere bile düşemeden kollarımda son nefesini veriyordu. İçime çekiyordum verdiği nefesi. Hayatını ondan devralmışım gibi hissediyordum. Artık o bendi, bense tamamen o. Bir diğerinde ise açar açmaz mutlulukla boynuma atlıyordu. Sanki aylardır tam kapının arkasında beni bekliyormuşçasına hasretle kucaklıyordu, ağlıyordum. Gözyaşlarımı öpüyordu, kaçırdıklarını ise eliyle siliyordu. Öpüyordu dudaklarımı, yüzümü. Kavuşuyorduk. Bir başkasında ise mimiksiz suratıma bakıyordu; sanki gelişimin manasını bile sorgulamayı reddedercesine, bomboş gözlerle öylece bakıyordu. Küçülüyordum, mahçuplaşıyordum. Pişman oluyordum bu sessizliğe. Kapıyı öyle güçsüz ve kararsız, öyle sessizce çalmıştım ki “Duymadı sanırım” dedim. “İyi ki de duymadı.” diye ekledim. Böyle çelimsiz bir gelişin, ne gibi bir yaptırımı olabilirdi ki onun üzerinde. Silkelendim, bu defa daha kendinden emin çalmak istiyordum kapıyı, en güzel kıyafetlerimi giydiğim halde hamamböceğini andıran omurgamı dikleştirmediğim için üzerimdekiler paçavra gibi akıyordu bedenimden. Duruşumu düzelttim, derin bir nefes aldım. Elimi kaldırdım, tokmağa dokundum derken boş bileğim gözüme çarptı. Saatim yoktu. Bana aldığı ilk hediye. “Bu hiç olmadı.” dedim. “Acaba takmadığıma bozulur mu?” Bana o saati aldığı günü düşündüm, hayatımda ilk defa biri, benim için bir şey satın almıştı. İlk gördüğüm an aklımdan geçenleri düşündüm, niçin düşünmüştüm ki onları? Bunu çok sonra fark ettim. Doğduğum evde kimse kimseye hediye satın almazdı. Bu durum gereksiz, savurgan ve sahte bulunurdu. En iyi ihtimalle bayram evvelleri çocuklar çarşıya götürülür, ihtiyaç duydukları şeyler onlara sorulamadan alınır ve eve getirilirdi. Hediye paketini açarken aklımda beliren ilk şey, bunu nereden bildiği, nereden akıl ettiğiydi. Sonuçta tecrübe etmeden bilemezdik hiçbir şeyi, demek ki hoşlanıyordu böyle şeylerden. Bu zamana kadar ona tek bir çiçek dalı bile almamıştım. O halde o nereden öğrendi bunu? Daha önce ona hediye alanlar oldu muhakkak, içini ısıtan hediyelere sahip olmuştu belki de. Bana da öğretmek istedi, tecrübe ettirmek istedi, kıskandığımı hatırlıyorum. Kabul ettiği hediyeler sonrası, seviştiği erkekler oldu belki de gözümün önünden geçti bu kareler, sonrasını hatırlamıyorum. Elimde saatin kopçasıyla ondan özür dilediğimi hatırlıyorum, sonra gidip saatçide tamir ettirmiştik kayışını.

Alnımdan gözüme dökülen terimle irkildim, birden kendime geldim. Dizlerim titremeye, boğazım karıncalanmaya başladı. Elimle alnıma dokundum, hafif ateşim çıkıyordu. Sorun değildi. Şu an içinde bulunduğum an, bütün bunlardan öte kutsal bir amaca hizmet ediyordu. Can vermediğim sürece, bu kapıyı çalmaktan daha önemli hiçbir şey yoktu benim için. Çok uzun zaman önce bunları düşünmeyi bırakmıştım; artık sadece iyi şeyler düşünecek, iyi anılarımızı tekrar ettirmeye çalışacaktım ona. İstemsizce çattığım kaşlarımın arasını elimle açtım. Sakinleştim. Şimdi de avuçlarım terlemeye başlıyordu, bedenim bana burada bulunmamın bünyeme zarar verdiğini söylüyordu sanki. Bir gün bunu ben de tekrar etmiştim kendime. Ona yaklaşmam bana zarar veriyordu. Daha fazla ayakta kalamayacaktım, büsbütün paspasın üzerine bıraktım kendimi. Bir an önce toparlanmam lazımdı. Şimdi aniden kapıyı açıp, beni bu halde görmesi işten bile değildi. Eğer bu felaket gerçekleşirse ne yaparım diye düşündüm. Hızlıca bir sigara yaktım, ellerimi başımın arasına aldım. Yine başladım işte, gözyaşlarımın akmasına sinir olarak ağlamaya. Niçin her defasında aklıma kötü olaylar geliyor? Her şeyin üzerinden onca zaman geçmişken, burada oluşum umudumun eseriyken, niçin ona bu denli yaklaştığımda tüm umudum sönüyor? Durdum bir an, bıçak gibi kesildi yaşlar. Cevabı biliyordum. Annem. En mutlu anlarımızda bile moralimizi bozacak bir şey bulur ve söylerdi. Bir defasında bu yüzden babamdan dayak yemiş ve şüphesiz hiç ders almamıştı. Hep endişeli, depresif, şikayetçi ve memnuniyetsiz bir kadındı. Bizleri severken bile canımızı yakacak bir şeyler bulur, hatalarımızdan beslenirdi. Onu öpmemizi asla istemez, sevginin üslubunun tükürükle hiçbir ilgisi olmadığını söyler, iğrenç salyalarımızı üzerinden çekmemizi tembihlerdi. Bunun sancısını büyüdüğümde de çektiğimi çok sonra anladım. Şimdi kapıyı çalmayı başarabilsem açtığında onu öyle büyük, öyle salyalı, öyle ıslak öpmek isterdim ki eminim buna çok şaşırırdı. Akşam oluyordu, apartmanın camından gördüğüm kadarı ile güneş batmaya yaklaştı. Şimdi çayı demler, bergamot da koymuştur buna eminim. Hele bir de cevizli kurabiye yaptıysa, işte tam sırası. Kurabiyeler soğumadan barışmalıyız artık. Yine ayağa kalktım, ergenliğimden beri özür dilemeyi beceremezdim. Üstelik sebebini bilmediğim bir şekilde, bu yaşıma kadar bir kez olsun gerçekten hissederek özür dilememiş, daima gerekli olduğunu düşündüğümden bu cümleyi karşımdakine sarf etmiştim. Ağzımdan çıkıp gitmesi, karşımdakinin kendini daha iyi hissetmesine sebep oluyordu. Bu durum bana anlamsız, müthiş büyük bir sahtekarlık gibi geliyordu. İrademiz karşımızdaki insana zarar verecek ya da onu üzecek bir söz söylemeye, ya da bir eylemde bulunmaya bir kez müsaade ediyorsa, bu duruma karşı yapılacak hiçbir şey olmadığını çok iyi biliyordum. Bu yüzden özür dilemek, yalnızca ikiyüzlülük ve ilişkilerin devamlılığı için gereken çirkin bir mastürbasyondan başka hiçbir şey değildi. Bir defasında cüzdanından bozuklukları aşırdığım için babam elimi masaya koymuş, serçe parmağımı yavaşça yukarı kaldırmaya başlamıştı. İlk birkaç saniye bunu bir oyun zanneden zihnim, acımaya başladığında bunun bir oyun olmadığını bana söylemişti; ancak yapacak bir şeyim yoktu. Her geçen saniye canım daha fazla yanıyor, parmağım geri dönmeye, elimin dış yüzeyine yaklaşmaya başladığında ise gözlerimden süzülen yaşlarla haykırdığımı hatırlıyorum. “Özür dilerim!” Babam o saniye parmağımı bırakıp, hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. O gün anladım ki özür dilemek, bizi anlık bulunduğumuz zor durumdan kurtaran bir hava yastığı gibi; hatta ilerleyen yaşlarda özür dileyeceğimi düşünerek, bazı şeyleri içim daha rahat ederek yaptığımı hatırlıyorum. Elbette bu daima işe yaramadı, ancak üniversiteyi kazanıp evden ayrıldığım güne kadar, birçok kez beni kurtarmıştır. Bu yüzden biri benden özür dilediğinde genelde öfkemi gizler ve affetmiş gibi yaparım. Etrafımdaki herkes beni çok anlayışlı ve hoşgörülü biri olarak tanımlarken, benim öyle umurumda olmaz ki aslında birinin bir davranış ya da biz sözüyle, beni üzeceğini düşünmesi bile içten içe komik gelmiştir. Bir söz ya da davranışa içerlemek, üzülmek bana hep bencilce gelmiştir. Sırf istediğimiz memnun olacağımız şekilde davranmadığı için birinden utanmasını beklemek, kendi olduğu için onu sıkıştırıp tabir-i caizse çimdikleyip, ondan derhal bir tamir beklemek de tıpkı özür dilemek gibi kaybetmek istememekten yani bencillik ekseninden geçer. Kişiye; “Benden özür dile ki seni kaybetmeyeyim.” deriz. O da kaybetmeyi göze alana kadar bunu tekrar eder. Ancak bir gün özür beklemezsek veya o özür dilemezse, o kahrolası egosunun ivmesi kaymış, sizden sapmış demektir ya da sizin kahrolası egonuz, çoktan yeni bir kurban seçmiştir.

İçeriden birtakım sesler geliyordu, ayırt edemiyordum ancak televizyon açık olabilirdi. En sevdiği diziyi açmıştır kesin dedim. Tam onun keyif saatleri şimdi. Çaydanlığın tıslamasını duydum bir ara, demlemiş, sevindim. Tüm dünyaya karşı duyduğum korkunç hissizlik sanki onu daha çok sevebileyim diyeydi. Tüm dünyaya yetecek sevgiyi göğüs kafesimde onun için sıkıştırmıştım. O, bence dünyanın en iyi insanıydı. Bu kadar mükemmel bir insan nasıl olur da kimse tarafından fark edilmez? Üstelik tüm benliğime rağmen beni severdi. İmkansızdı. Ömrüm bunu sorgulamakla geçip gitmişti. Kendimi onun tarafından sevilmeye layık görmediğim her gün, onu kendime layık bir hale getirdiğimi, daha dün fark ettim. Bir defasında bana içimdeki pisliklerin ölü ruhumu yiyip bitirdiğini, kokmuş bir ceset gibi kurtlandığını, her yanımı sardığını ve artık bu kokuya dayanamadığını söylemişti. Ömrümde ilk defa üzüldüğümü hatırlıyorum. O kokuyu biliyordum; ancak onun bu kokuyu almış olması, beni fark ettiği gerçeği demekti ve yadsınamayacak bir şey var ise beni gerçekten fark eden birinin, beni sevmesinin artık imkânsız oluşuydu. Ancak biliyordum ki o; imkansızları başaran bir süper kahraman gibiydi, belki beni de iyi etmek için tüm süper gücünü harcamış, artık kabuğuna çekilmişti. Sigaram bitti, daha neyi bekliyordum? Zihnimin bana müsaade etmesini bekleyecek olursam, bunu hiç yapamayacaktım. Her şeyin farkında olmak, her şeyi biliyor olmak duygusu ile baş etmeye çalışmaktan yorulduğumu fark ettim. Bilmek, davranmaya hükmetmiyor. Bile bile davranmak ise darağacında titreyerek nefessiz kalmak kadar kursağını boğuyor adamın. Şimdi kapıyı açtığında ona duymak istediği şeyleri söyleyeceğim ve o yine kabul etmek istemeyecek; ama ben bir şekilde ustalaştığım şeyi yapıp onu ikna edeceğim. Acizliğimi göstermeden, ikna olmaz ise ruhumun sönmüş bir gaz lambası gibi işlevsiz olacağını hissettirmeden, ona kendini suçlu hissettirecek argümanları ağlayarak sunacağım. Çaresizliğimi kendi seçimimmiş gibi gözüne sokup, vicdanına hükmedeceğim. Şimdi çay içiyor, belki üzerinde ince bir pike var. Girerken gördüğüm kadarıyla camı açmış. En sevdiği şeydir zaten odaya temiz hava girerken hafif üşümek. Onun sevdiği her şeyi ben de seviyordum. Daha doğrusu onun bir şeyi sevmede ki başarısı beni çok etkiliyor, buna gıpta ediyordum. Onun güzel dediği şeylerin çirkin olması bence olanaksızdı. Sadece tahlil edemiyordum çünkü içimde bir şeyi sevmek için kıpırdayan kristaller buzlaşmış, kemikleşmişti. Bir defasında sahilde bir bankta oturmuş gökyüzüne bakıyorduk, bana dönüp, “Gökyüzü sence neyi temsil ediyor?” diye sormuştu. Cevap vermedim. “Bence sonsuzluk!” diye haykırdı mutlulukla. Ben de “Bence bir fanusun tavanı” demiştim. Gözlerindeki hayal kırıklığını asla unutmadım. Bir daha hiç gökyüzünden bahsetmedi çünkü ikna olmuştu. Sonsuzluk görünmez diye eklemiştim ismi olmaz, bilinmez. Sonsuz olsa tanımlanamaz. Üzüldüğünü gördüğüm halde cümlemi devam ettirmeme daha çok içerlemişti. İşte ona yıllarca yaptığım şeyin özeti buydu. Bunları söylememin amacı neydi? Benim dünyama girmesi, benim baktığım gibi bakması bana ne fayda sağlayacaktı? O, benim penceresinde oturduğum zihnimin sokağına girse, eminim nefessiz kalır, can verirdi. Zaten hiç anlamak istemedi beni, anlamaya başladığı anlarda hep gülümser, beni öper ve cevap dahi vermezdi. “Yaşamayı kolaylaştırmak” diye adlandırırdım bu davranışını. Her düşünce derinleştikçe, her iş detaylandırıldıkça zorlaşır. İnsanlar zor olan hiçbir şeyden hoşlanmazlar. Benim zor oluşum onu daha görünür yaptı. Benim ümitsizliğim onu daha ümitli, benim karanlığımda ise o daha çok parladı biliyordum. Onu bu kadar iyi bir insan yapan, benim kötü bir insan oluşumdu. Kendini benim yanımda iyi hissediyordu. Bazen tartışmalarımızın konusundan uzaklaştığımız anlarda bana hep, “İşte sen böylesin.” diye haykırırdı. Bu, o an haksız bile olsa ona müthiş bir güç veriyor, yeni yıkanmış araba jantı gibi onu parlatıyor, benim susmam ise cilası oluyordu. Bildiğimiz şeylerin hepsini öylece kabullenmiştik. Bize yarattığı faydaları çıkarlarımız için kullanıyor, o parladıkça ben ışığa koşuyordum. O daha çok parlıyor, bense hiç olmazsa kaybolmuyordum.     

Her şeyin başladığı gün tam şu an bulunduğum yerdeydim. Evden çıkmış kapıyı kilitlemeye çalışıyordum. Merdivenlerden yavaş ve yorgun adımlarla çıkıyordu. Üzerinde çiçekli mini bir elbise, saçları biraz dağınık ve uykuluydu. El bileğinde bir balon bağlıydı, apartmanın tavanına değmesin diye diğer eliyle tutmaya çalışıyor, bu durumdan duyduğu neşe çapraz çapraz attığı adımlarına bile yansıyordu. Göz göze geldik, bana gülümsedi. O an çok şaşırmıştım, gülümseyecek ne vardı? Duygularımızın mimiklerimizde yaptığı hareketlenmeden oldum olası nefret etmişimdir. Kaş çatışımızdan, dudak büzüşümüzden engel olamasak da ağlarken gözümüzden çıkan damlalardan. Ancak ömrümde ilk kez o gün, onun bana gülümsemesi beni rahatsız etmemiş, hoşuma bile gitmişti. Yanımdan yavaşça geçip giderken ilk kez kokusunu duydum. Ölümcül bir hastalığı yenmiş gibi enerjik ve hareketliydim o gün. Biliyordum, tek sebebi üç saniye yanımdan geçmiş olması, kokusunu almış olmamdı. Ruhumun depoları ilk kez dolmuş, saniyede bilmem kaç kilometre hıza kavuşmuştu. Âşık olduğumu düşünmüştüm. Benim için âşık olmak, insanların yaşamak için uydurdukları en saçma yalandı. Birini kullanmak için sıraladığımız ihtiyaçlar listesini ahlaklı yapan bir başlıktı. Bu defa ilk kez argümanlarımın hepsi ayağıma dolaşmış, oluşturduğum standartların tamamı yerle bir olmuş, aptallık dediğim duygunun ortasına düşmüş, yalpalıyordum. Oysa ki ben, sadece düşünür, konuşmaz, hayatta kalacak kadar para kazanır ve bazen de kadınlarla yatardım. Yalnızlığım saltanatımdı. Bense hükümdardım. Bu durumu yıllar önce çözmüş, kabullenmiştim. Kendimi öldürmeyi defalarca düşünmüş ancak kendimi ortadan kaldırmanın bile zerre kadar önemli bir detay olmadığına karar verdiğimde, öylece yaşamayı tercih etmiştim. İnsanların varlığını olabildiğince kabullenmiş, sokakta yürürken yanımdan geçip gitmelerine bile zar zor beynimde kabul vermiştim. Arkadaşlıkları, ilişkileri, bu tutunma çabasını daha çok para kazanma, daha çok yaşama arzusunu hırsla taşıyan tüm bu kalabalığı, ölü yiyen parazitlere benzetiyordum. Mecburen dahil olduğum günlük sohbetler de bile çoğu zaman midem bulanıyordu. Onların neyi ne için söylediklerini öyle iyi anlıyordum ki bu yaşamı dayanılmaz kılıyor, çoğu zaman tuvalete kendimi zar zor atıp, kusmama sebep olacak kadar beni tiksindiriyordu. Ancak o sabah onun bana gülümsemesi içimde tarif edemediğim, daha önce hiç olmayan bir yeri uyandırdı; belki de sevgi dedikleri şeydir diye düşündüm o gün. Yeni doğmuş bir bebekten, minik bir kediye kadar ya da sevimli bir kuştan, güzel bir kadına kadar, aile üyelerimden herhangi biri dahil, doğduğumdan beri hiç kimseyi sevmediğime çok emindim. Bu duygunun bahsedildiği gibi olmadığına, aslında böyle bir duygunun hiç var olmamış olmasının bu duyguyu insanlara yaşattığına, bu yüzden herkesin birbirini aynı şekilde sevdiğine çok emindim. Öpülünce mutlu oluyor, dokunulunca özel hissediyor, bunun adını sevgi koyup egolarımızı yok sayarak başta kendimize yalan söylüyorduk. Tüm insanlar doğruları benim gördüğüm gibi görebilselerdi, eminim dünyayı topyekûn yok edecek muazzam bir bomba icat edip, çoktan bu azaptan kurtulmuştuk. Dünyada devamlılık ve yaşanılan tüm olaylar, öyle birbirinin aynı ki merak edip yaşamak arzusunda olanları ellerimle boğmak, o aptal beyinlerini yerinden söküp akşam yemeğime koymak istiyordum. Merak edecek ne vardı? Bu kadar umut edecek hırpalanacak ne vardı? Benim için her şey bu denli netken, iki saniyede altüst olmuştu onu gördüğüm gün. Günler geçtikçe onu yeniden görmeyi, hiçbir şey söylemese bile yanımdan geçip gitmesini deli gibi bekliyor, aynı saatte evden çıkıp anahtarımla oyalanıyor, o anın yeniden yaşanması için çıldırıyordum. Fazlasını istemiyor ve de beklemiyordum. Biliyordum ki fazlası olduğu an her şey yıkılacak, içimdeki anlık his belirtisi de sonsuza dek kaybolacaktı. O da sıradanlaşacak, hayatıma dahil olmaya çabalayacak ve onu öldürüp yok olmasını isteyeceğim kadar bana rahatsızlık verecekti. Beşinci günün sonunda akşam eve dönerken merdivenlerde yeniden karşılaştık. Bu sefer daha enerjik, daha neşeli ve hızlı adımlarla merdivenlerden çıkarken beni görünce durdu. Ben de öylece durup ona baktım. Yine aynı şekilde gülümsedi; “Merhaba, yine karşılaştık artık tanışalım bence.” dedi. Ona soracak olsalar, o gün o cümleyi kurmamak ve yanımdan koşarak uzaklaşmak için gerekirse dilini keserdi, buna eminim. Birbirimizi sevmiştik, ancak benim ilk seferimdi. O ise bu konuda bir ustaydı. Ayağına takılan taşı bile sevebilecek kadar büyük bir kapasitesi vardı. Ben ise yalnızca onu sevmiştim. Yaşamım boyunca sadece insanlara duymak istediklerini söylediğim için ben de bu konuda ustalaşmıştım. Benden beklediklerini yaptım. O ise içimden geldiğini sanmıştı. Sadece şu an, hayatımda ilk kez sadece şimdi biri beklediği için, mecbur olduğum için ya da bir sebebi olduğu için değil, yalnızca şimdi istediğim için buradaydım. Sanırım her şey bu yüzden, bu kadar zor. Denize ilk kez ayağını sokan bir çocuk gibi serinliğiyle ürküyor, beni çekip alacağını düşünerek ödüm patlıyordu. Tam iki yıl önce bu kapının önünde tanışmış, bir yıl önce üst katımdaki evini kapatıp onu buraya taşımış, kurduğu hayallere sığınmış; belki gece uykularımı kaçıran zehirli ruhumdan kurtulurum diye ümit etmiş, bazı anlar bunu gerçekten istemiş ve de savunmuştum. Bir yıl içinde sevmeye gayret etmiş, içimde konuşup duran canavarın sesini kısmış, kurtuluşumu gerçekten hayallemiştim. Mutlu olduğumuzu, her şeyin beynimin içindeki kadar zor olmadığını bile düşünmüştüm. Bazen onunla sevişirken kendimi tüm dünyanın sahibi gibi hissederdim. Tüm ritüelleri sırası ile yaşamak, dokunmadığım, hissetmediğim hiçbir yeri kalmasın isterdim. Sabahlara kadar içer, birbirimizin yanından mecbur kalmadıkça ayrılmaz ve mümkün olduğu kadar çok sevişirdik. Ölmek istediğim günlere hayıflanır, sonsuza kadar onunla yaşamak isterdim. Ettiğimiz kavgalar, şiddet içeren davranışlarımız bile beni yormaz, içten içe haz verir hatta bazen tahrik bile ederdi. Bazen tüm çıplaklığıyla benim imkansızlığımı görürdü. Saatlerce ağlar, bana yalvarırdı. Cümleye dökemezdi ancak saçmalasa da anlamamı isterdi. Anlardım, sadece yapabilecek bir şey olmadığını bildiğim için susardım. Kimliğimizi cüzdanımızda değil ruhumuzda taşıyoruz. Ne yaparsak yapalım kim olduğumuzu ölünce bile değiştiremiyoruz. Ben siyahtım ve o bunu biliyordu, sadece beni sevmekten kendini alıkoyamıyor, bunun ruhunda yaşattığı acı ile de artık baş edemiyordu. Öylece devam ederek, serzenişlerini duymazdan gelip, ona dokunup bir nebze olsun insan olarak kalabilirdim. Bunun mümkün olmadığını anladığım gün ise kapıyı çekip çıkmış, onu terk etmiştim. Buna sebep olan olayı düşündükçe kapının tokmağı dev bir kayaya dönüşüyor, gayret etsem de yerinden kımıldamayacak kadar ağırlaşıyordu. Geri dönüşümü nasıl karşılarsa karşılasın tatmin olmayacak, içimde yok ettiğim umudu bir daha asla tazelemeyecektim. Yağmur yağdığını anlamak için tek bir damla yeter. O damlanın alnınızdan süzülüp yüzünüze indiğini hissettiğinizde artık eminsinizdir, bulutlar sıklaşacak hava bozacaktır. Sol kolumun uyuştuğunu hissederek indirdim. Tokmak ıslanmış, elim delicesine terlemiş kapıda iz bırakmıştı. Uyandığımda bunun böyle olacağını bilmiyordum. Hayatımda ilk kez bir olayın sonuçlanma şeklini bilemediğimi fark ettim. Vazgeçtim. Kapıyı çaldığım an başlatacağım şarkı gerçeği susturmayacak, onu terk edip gidişim kadar doğru olmayacaktı. Çalmaktan vazgeçtiğimde ise müthiş bir rahatlama hissettim. Ben çayı bergamotlu sevmez hatta ben çay sevmezdim.  Gökyüzü benim için hiçbir manevi anlam içermez, hayal kurmak ise ancak komikti. Hayal kurup buna inanarak yaşayan insanlar ise trajikomik. Gülümsedim, geri çekildim. Ben cundalı bir yazlık ev değil, terkedilmiş bir orman eviydim. Bu yüzden hiç komşu olamadık onunla, bu yüzden onu terk ettiğim gün, tiksindiğim cümleyi bir daha kurmasına asla izin vermeyeceğim. Sahi ne demişti o akşam: “Bir oğlumuz olsun, tıpkı senin gibi.” Saçmalık.  

Cansu Öztürk
Latest posts by Cansu Öztürk (see all)
Visited 38 times, 1 visit(s) today
Close