Yazar: 20:35 Röportaj

Çatlaktan Dolan

Çatlaktan Dolan ismi çok etkileyici. Bir çatlağın içinden dolan şey ne? İnsan mı, hikâye mi, yoksa hayatın kendisi mi?

Tümünü kapsıyor diyebiliriz sanırım. Bir duygunun, durumun ya da yaşamın kendisinin zayıf hissettirdiği her anda oluşan çatlaklardan bahsediyorum. Genelde çatlaktan sızmak tabiri kullanılır bu tip yaşanmışlıklar için. Ben kulağı biraz tersten tutmak istemiş olabilirim. Sızanların yaşamımıza kattıkları muhakkak fazladır fakat sızanları ne derece doldurabildiğimiz mühim diye düşünüyorum. Doldurduklarımızla yaşama devam ediyorsak şayet, insanı da insan hikâyelerini de yanımıza almamız gerekiyor. Bu anlamda çatlaktan dolan güçsüzlükler bir noktada güce evrilir. İkisi de bizim, ikisi de kabulümüz.


Kitaptaki öykülerde sürekli bir arayış hissediliyor. Sence karakterlerin aradığı şey gerçekten var mı, yoksa onlar sadece kendi kaybolmuşluklarını mı anlatıyorlar?

Özellikle Mine karakteri üzerinde bu arayış mevzusu yoğun bir şekilde hissedilmekte. Şarkıda da denildiği üzere “Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim.” durumunu yaşıyor karakterimiz. Korktuğu yerin, hatta korktuğu şeylerin üzerine cesurca yürümeye çalışıyor ancak bulduğu şeyin yine kendisiyle alakalı olduğunun farkına varamadan yoluna devam ediyor. Zaten yolda kaybolmuş ve yaşama bilmem kaç sıfır yenik düşmüş bir karakter kendisi.


Öykülerde gerçeklik ile hayal arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiyi özellikle bulanık mı tuttun?

Yazdığım metinlerin çoğunluğunda o çizgiyi okurun belirlemesinden yanayım. Zaman zaman hayal âleminde yaşamak, gerçeklikten kopuk olmak herkese iyi hissettirir. Yaşarken mümkün olmayan kimi şeyleri yazarken mümkün kılmak, yaşamı bir nebze göğüste yumuşatmaya benzer diye düşünüyorum. Yalnız siyahı ve beyazı olan insanlar gibi grisi olan insanların varlığının da altını çizmek istiyorum dilimin yettiğince. Bahsi geçen bulanıklığı benimseyen, orayı konfor alanı haline getirmiş her kim ki kendinden bir parça duygu durumu bulsa çizgiyi birlikte belirler hatta çizginin öteki tarafına el birliğiyle geçeriz. Ne de güzel olur.


Metinlerinde bireysel dertler kadar toplumsal meseleler de var. Sence edebiyat, insanı iyileştirebilir mi? Yoksa sadece aynada kendini mi gösterir?

Yazmaya başladığım günden beri, bir meselenin peşinden gitme arzusu baş gösterdi. Kişisel meselelerin anlatımı zaman zaman kendini tekrar etse de benzer şeylere farklı şekillerde yorum getirilebiliyor. Tabii bu şahsi meseleler zaman içinde yığınlar halini alıp toplumsal meselelere de dönüşebiliyor. Bende, sende, onda zuhur eden problemler çığ halinde çoğul bir hal alıyor. Değinmeden geçmek biraz bencilce geliyor bana. Toplumun görmezden gelinen taraflarına mum ışığı kadar da olsa katkıda bulunabilmek, küçücük bir frekans kadar ses olabilmek şifalandıran bir hâl. Zaten edebiyat paydasında buluşabilmenin sağaltan bir yanı var. Bunu “Yazmasaydım, delirecektim.” gibi bir yerden söylemiyorum. Yazmadan da şifa bulunur ama yazabilince nekahet süresi kısalır. Hâl böyle olunca edebiyat, insana ve topluma dair ne varsa bir ayna yardımıyla şifa sunar.


Öykülerindeki karakterler genellikle içe dönük, sorgulayan ve kayıp hisseden insanlar. Bu, edebiyatın doğasında mı var, yoksa senin anlatı dünyan mı böyle şekillendi?

Okumayı tercih ettiğim kitapların karakterleri de hep bu yönde yazılmıştı sanırım. İster istemez bir etkileşimi oluyor. Bu içe dönüklüğü hatta fazla depresif karakterleri sarkastik bir yerden anlatmayı da çok seviyorum. Muzır yanı ağır basan, yaşamı mizahla yoğuran karakterleri günlük hayatta da kitaplarda da çok severek takip ediyorum. Acı yaşanmışlıkları motamot sunmanın okuyucunun ruh halini de aşağı çektiğini düşünenlerdenim. Acıyı tiye alarak aktarmak daha yaşamın içinden gibi. Edebiyatın doğasında bu var mıdır, tartışılır. Ancak bunun da bir yöntem olduğunu düşünürsek, edebiyatın çatısı altında yer alabilir diyebiliriz. Kaybedenlerin neşesi, hüznü de dize getiriyor günün sonunda.

Kelimelerle oynayan, zaman zaman iç monologlara kayan bir anlatımın var. Bunu bilinçli bir tercih olarak mı yaptın, yoksa hikâyeler kendini böyle mi yazdırdı?

Bilinçle başladığım tüm kelime oyunları, yolda kendi kurallarını belirleyen hikâyelere evrildi diyebilirim. Yukarıda da bahsettiğim gibi sarkazma dayalı anlatımları okumayı da yazmayı da çok sevdiğim için küçük kelime oyunlarına başvurmayı tercih ediyorum. Belli bir süre böyle ilerledikten sonra daha içe dönük derinlikli meseleler baş gösteriyor. Zihnimde kurguladığımla kaleme aldığım başkalaşmış oluyor. Nihayetinde hoşuma giden bir taraf da oluşuyor. Çünkü kendi yazdıklarımın sürpriz bir sona gebe kalması şevkle ilerlememi sağlıyor. Bilgisayar başından kalktığımda yazılanın nasıl bir heyecanla okunacağı sevincini dolduruyor içime. Bu duygu ve kurgu işbirliğine bayılıyorum.


Metinlerinde günlük dilin doğallığı var ama aynı zamanda edebi bir yoğunluk da hissediliyor. Senin için önemli olan ne, okuyucunun akıcılıkla okuması mı, yoksa metinle biraz mücadele etmesi mi?

İlk öykülerimde daha yoğun ve ağdalı bir dili benimsediğimi fark ediyorum şimdilerde. Bunu zaman içinde okuyucudan da gelen yorumlarla birlikte daha sade bir biçimde yazar oldum. “Sanat kimin içindir?” tartışmasına girmeksizin söyleyebilirim ki, okuyucu tarafından anlaşılmak daha keyifli. Yazarın iç dünyasını kendi biçemiyle aktarması elbette ki bir lüks fakat hikâyenin daha fazla kişice benimsenmesi de aynı oranda bir haz. Tabii bu demek değildir ki en yalın sözcükleri yan yana dizip basit anlatımlı bir metin oluşturalım. Biraz süsleyerek ve anlatımın ucunu açık bırakarak okuyucuyu düşünmeye sevk edebilmek de keyifli. Yoğun bir harbe mahal vermeden orta şekerli ve arabulucu bir metin her kesimi memnun edecektir.


Bazı bölümlerde okur, karakterlerin zihnine sıkışıp kalmış gibi hissediyor. Bu, bilinçli olarak verilmiş bir duygu mu?

Bahsettiğiniz sıkışıp kalmışlık, karaktere sempati duymaktan geçiyor yanlış anlamadıysam. Eğer okur, kendisinden veya yaşamından ufacık bir esinti bile bulabiliyorsa metnin tamamında var olan rüzgâra kaptırıyor kendini. Öykülerimdeki karakterleri oluştururken olağanüstü kimseleri seçmiyorum zaten, hepimizin kol kola gezdiği ya da gezebileceği düzlükte birileri olsun istiyorum. Uzandığımızda dokunabildiğimiz insan modelleri ve insani ilişkileri konu edindiğimde, bahsettiğiniz o hissedilme durumunu daha yoğun yaşıyorum. Benim başlattığım kıvılcımı okurla el ele harlı bir vaziyete getirmek sıcacık hissettiriyor. Bu anlamda bilinçli olarak vermesem de bu duyguyu, yolda buna evriliyor.

Bu kitap yayınlanmadan önce bir editörün ‘şunu çıkaralım’ dediği ama senin inatla tutmak istediğin bir bölüm oldu mu? Varsa, neden tuttun?

Bölüm olarak çıkarmaktan bahsedemeyiz çünkü kitapta yer alan on iki bölüm birbiriyle bağlantılı ve biri çıkarılırsa masanın bir ayağı eksik olacaktı. Yalnızca karakterin yaşama karşı kaybedilmişliğini kendi mizahıyla yoğurup mutsuzluğuyla bu şekilde baş etmeye çalışması okuyan bir iki kişide soru işareti yaratmıştı diye hatırlıyorum. Bunu değiştirmeyi asla düşünmedim tabii. Editörüm Mete’yle de kitabın ismi konusunda bir karar alp uyguladık. Başta başka bir ismi vardı kitabın ve son kertede uygun gördüğümüz isim hepimizin içine sindi diye düşünüyorum.

Mahal Edebiyat Sanat
Latest posts by Mahal Edebiyat Sanat (see all)
Visited 32 times, 1 visit(s) today
Close