Yazar: 12:07 Öykü

Çanta

İşin, insanın en gıcığına giden tarafı, kitabı kapatacakken arasına koyacağın ayracını ya da kalemini bulamamaktan ötürü sayfayı kıvırmak! Çok mu önemli, evet önemli. Bazı kitaplara katlanmak zorunda olsak da sayfasını katlamayacaksın! Körleşme’deki Kien’in kitap tutkusu ile karşılaştırılacak bir mevzu değil tabii ki de ama kitaplar önemlidir işte…

Aslında kitap sayfasını kıvırma eyleminden önce sabah kalkar kalkmaz aklımda olan şu cümleydi: “Gidecek olanı bırak, sana ait değil ki gidiyor işte!” İyi güzel de ya bana aitse giden ve ait olduğunu düşündüğüne ait olmadığını bilmiyorsa. O zaman imdadıma o şahane kavram yetişir: diyalektik. Yani gider, kendini kaybeder ötekinde, kaybettiği yerde özünü bulur, sonra olmuş bir halde olması gerektiği yere olgunlaşarak döner! Sabahın zıkkımında ne diyalektik demeyin, gerçekliğin çırılçıplak karşımda durmasını sağlayan başka ne olabilir ki!

Bir harmoni içindeki kuşların sesi de ne hoş,  şehrin hengâmesinden  uzaklaşıyorsun bir bakıma.  Ancak söz meclisten dışarı apansız karganın “gak”laması yok mu, oldu mu sana kakofoni. Karga demişken yıllar önce bir şeyler karalamışım: “Gideceksen martının peşinden git. Deniz görürsün hiç olmazsa, karganın peşine takılıp leş göreceğine!”  Bak yine zihnimin alarmı çaldı; gitmek, yola çıkmak ve ardında bırakmak… Gerçekten bir yerlere kaçıp gitmenin dürtüsü de nedir acaba, konforun aldatıcı dünyasında. En iyisi biraz seyahat belki de uçsuz bucaksız yeşile ya da maviye. İnsan gitmeli bazen, uzaklaşmalı; eşyadan, insandan, nihayetinde kendinden. Uzleti tatmalı insan, ya da inziva diyelim;  illa bir kuyu ya da keşişhane olmak zorunda değil, doğanın tam içine, yağmuru kokladığın yere, mavi ile yeşilin gözünü kör ettiği yere, ne bileyim sadece bir yemişle karnını doyurduğun ıssız bir ormanın ortasına da kaçabilir insan…

Heraklit’in Artemis’e çekilmesinin bir nedeni olmalı ya da Tufeyl’in insandan uzaklaşmasının. Münzevi yaşam!  Şimdilerin kalabalık yalnızlıklarına sorsak, delilik derler!  Bu düşünceleri kurduran sabahta bir alamet var, ama ne? Ne demişti Shopenhaur: “Geç kalkarak sabahı kısaltmayın, ona yaşamın özü, bir dereceye kadar kutsal olarak bakın.” İşte bu kutsallık insanın dimağını karıştırıp ya bir çorbaya dönüştürür ya da kalkıp yola düşmenin hayaline!

Hemen şimdi yola çıkmanın zamanıdır o zaman. İçimdeki yola düşme heyecanı yüreğimin atışını hızlandırdı mı ne! Önce bir çanta bulmalı kıyıdan köşeden. Evin altını üstüne getirsem, orada burada bir sürü çanta vardır; büyük, küçük, seyahat, piknik ne bileyim tüketim çağının sıfat üretme çılgınlığına uygun bir sürü çanta… Sadece bir çantaya ihtiyacım var, benimle yoldaşlık edecek, yükümü saklayacak sade bir çanta! Ne bileyim kitaplarım sığmalı içine mesela hangileri olduğuna sonra karar vereyim. Önce üst baş, Maslow’un hiyerarşisinde sevgiden önce geldiğini iddia ettiği birinci sıradaki ihtiyaçlar, öyle çok değil en basitinden elde yıkanacak türden olmalı. Nihayetinde yola çıkanın ana felsefesi ne olmalıydı; minimalizm. Önemli olan kendini götürmek değil miydi? Zaten ne demişler, “Ne kadar az eşya o kadar az dert!” Diğeri neydi: Anı yaşa!  

Termos koymalı, şöyle sıcağı soğuğu sabaha kadar tutanından olmalı. Ömür boyu garanti lakırdıları hemen aklımıza gelir, sonra tak o malum marka! Sadece ihtiyacı karşılamak değil, mutlaka pazarın belirlediğini de almalısın, ah zavallı bilinçaltımız…Neyse, iyi bir termos koymalıyım, şu kilerde olmalı, hem de ne kadar çok! Modern kent evlerinin en önemli hastalığı nedir diye sorsanız, kullanılıp oraya buraya atılan eşyalarla dolmasıdır derim hiç kuşkusuz. Şu ikisini alayım, iki yarımlık yeter bana.

Sıra geldi ayakkabıya, ne ayakkabısı yahu sandaletimi giyeyim, bir de kıroksumu koydun mu tamamdır. Şimdi ağustos, ya eylül belki ekim, o vakit ne giyeceğim! Yine andan koptum, onu da o zaman düşünürüm! Düsturumuz neydi, minimalizm; az olanın çok olur ömrü! Ta yedek subayken aldığım şu İsviçre çakısı nerededir acaba, arada bul şimdi. Askerden sonra kullandım mı, yok. Şimdi zamanıdır işte, şu alet çantasında olabilir. Kaliteli ürün de ömürlük gerçekten, ne solma ne bir şey. “Adamlar yapıyor”lu bir cümle kurup kapitalizm çarkına su taşıyacak değilim ama kalite tesadüf olamaz, bu da böyle biline!

Defterlerimi koymalıyım kimi öykü sinopsisleri, kimi alıntılar kimi de çalakalem yazılan yazılar. Hadi bakalım şimdi körü köprüden geçir hangisini almalı? Alıntı defterimi koydum çantama. Öykü sinopsislerine ne hacet! Zaten yeni öyküler biriktirmek için yola çıkmıyor muydum? Yanına bir de cildi bezden hallice olan not defterimi de aldın mı tamamdır. Şimdi de eleme sırası kalemlerde. Kitaplardaki satırları çizdiğim ayrı, öykülerimi yazdığım ayrı, sağa sola çizdiğim karikatürler için olanı ayrı.  Sadece bir uçlu kalem bir de dolma kalem (bir kutu hb uç, bir kutu da mürekkep mavisinden) koydum. Kapatıyorum şimdi, ne kaldı ki geriye? Ne kalacak kitaplar! Kitaplığa baktım okumadıklarım bir yanda, tavsiye olanlar diğer yanda, tekrar okurum dediklerim bir yanda! Hızlıca önce Gazoz Ağacı (ne öyküdür ama adaletli insanın alegorisi)’nı sonra Kavukçu ‘nun Boş Zamanlar kitabını koydum çantaya. Ha bir de günün anlam ve önemine binaen Aurelius’un Kendime Düşünceleri’ni sıkıştırdım. İşin en zor kısmı bitti benim için.

Önemli olan neydi acaba çanta mı, ben mi, aklımdakiler mi, yoksa yol mu? Yıllar sonra hafızamın bir kenarında neyin önemli neyin gereksiz olduğunu hatırlayacağım hiç kuşkusuz. Sahi yol neydi? Nicelik olarak sayılan yaşlar mıydı? Yoksa biriktirdiğin insanlar mı? Ya da biriktiremediğin ama seni yola salan geriye kalan her şey mi?  Ya da klişe olanı söylemeliyim: Belki de kaybolmak isteğidir kendini bulma uğruna… Yolun hakikati hesapsız kitapsız yaşadıkların ise şu çantayı hazırlarken yaptığım hesap kitap da nedir öyle? Acizlik ya da tamamlanmamış olanın çaresiz devinimleri. Belki de bütün bunlara karşı bir serzeniştir yolun kendisi!

Yol aynı zamanda beklemek değil miydi? Hız çağındaki şu çılgın koşuşturma içerisinde Buda’nın ağacını aramak değil midir bir bakıma. Gökyüzüne bakma durağında ağır ağır mataradan su içerek akıp giden hayatı seyreylemek fütursuzca… Rastgele bir köy minibüsüne binip bir tarlanın kenarında inip pineklemek saatlerce, toprak kokusuna belenerek! Ya da bugüne kadar hiç derin hesaplara girmemiş bir köylünün heybesindekini paylaşması seninle, nasıl bir arınmadır böyle… Sonra benim gülümsemem, o gülümseyişin ardındaki hüznü bıyıklarının altından sessizce gülümseyerek anladığını eda etmesi yine o köylünün ya da direkt, “Seni gidi kefere seni,” demesi.

Çantamın fermuarımı çektim hızlıca, kollarıma geçirdim güvenle, sandaletimi taktım ayağıma, tam kapıdan çıkacakken: “Baba dur ben de geleceğim ekmek almaya,” deyince ablak suratımla oğluma döndüm.

Ne olduğunu anlayamadan enseme öpücük konduran karım: “Hadi ekmek almaya gidin de ben de bir pazar kahvaltısı hazırlayayım şöyle kallavisinden,” dedi şehvetli bir tebessümle.

Oğlumun elinden tuttuktan sonra geriye dönüp masadaki deftere baktım. Sırtımı yokladım, sonra bakışlarımı yeniden masaya çevirdim, mavi dolma kalemimin araladığı defterden çantamın kolları dışarıya doğru sarkmıştı.

Visited 9 times, 9 visit(s) today
Close