Bu sefer tek başıma geldim buraya Gülay. Önce, seni beklerken yediğim soğuklar ve o kuvvetli rüzgârların vücudumu bir bıçak gibi kesmesi geldi aklıma. Sonra, seni ilk beklediğim gün, çukura dolmuş yağmur suyunu içen serçeleri fark ettim. Yine oradaydılar ama ağacın dalına konmuşlardı bu sefer. Belki susamışlardı fakat bu kez gökten rahmet yağmamıştı. Hepsini gözlerinden tanıdım, seni en çok gözlerinden unutamadım.

Oysa hiç sevmem üşümeyi, rüzgârın saçlarımı bozmasını, yağmurun sırılsıklam bırakmasını. Fakat yine de seni bekliyor olmayı istedim. İçimden “Beni saatlerce beklet ama sonunda geleceğini bileyim” dedim. Hatta her zaman olduğu gibi durdum PTT’nin önünde, ellerim cebimde, gözüm metro çıkışına dikili. Bekledim seni. Oralarda bir yerde kokuna rastladım. Ne yalan söyleyeyim, bu yüzden gelirsin diye de umutlandım. İnan bana, inandım tüm şu anlattıklarıma. Çocuklaştım, çünkü yalnızca çocuklar inanırdı bunlara. Anımı yaşattım belki de. Anımızı. Sonra akılsız dedim kendime, Budala dedim, aptal dedim. İnsan gelmeyeceğinden emin olanı bekler mi? Çaresiz yürüdüm Kadıköy’ün içine doğru. Ve ilk defa oldu bu; yürüyerek birini bekledim.

Gel desem gelmeyecektin çünkü. Ben de kapına dayanacak biri değildim. Geriye tek bir şans kalıyordu seni görebilmem, yorulmuş özlemime nefes aldırabilmem için. O da arada bir uğradığını bildiğim Kadıköy sokaklarında yürüyüp seninle denk gelebilmekti. Seni görsem ne mi olacaktı? Önce şu kanamayı durdurmalıydım, inan sonrasını hiç düşünmedim. Yanımda seni boğacak beklentiler getirmedim.

Sana bu sokaklarda rastlama şansım yüzde kaçtı bilmiyorum ama küçücük bir umudun varlığı bile harekete geçmem için yeterliydi.  Önce kitapçılara uğradım. Sana rastlama şansımın en yüksek olduğu mekânlar oralardı. Ama hiçbirinde yoktun.

Seni ararken ilk defa kitapların ilgimi çekmediğini fark ettim. He bir de bundan sonra gördüğüm her kitapta seni hatırlayacağımı. Sana okuduğum şiirlerin kulağımın dibine eğilip ismini fısıldayacağını, İzlediğimiz filmlerin anısına bütün filmlerin hep seni, hep seni tekrarlatacağını o an anladım. Senden kaçışım yoktu. Korkma bu bir hapis değildi benim için.

Sanatkârlar Sokağı’ndan içeriye girdim. Kibrit Kutusu’nun penceresinden kafamı uzatıp seni arattım gözlerime. Korktum “Ne yapıyor ulan bu adam, kafeyi mi dikizliyor?” derler diye. Çözüm basitti. İçeri girdim, ilk defa senle yediğim o tosttan bir kez daha yedim. Yoktun, hemen kalktım.

Bahariye Caddesi’nden Moda’ya doğru yürümeye karar verdim. Birlikte oturduğumuz o banka doğru dizdim adımlarımı. Tüm yol boyunca, sokakların hem sağını hem solunu kontrol etmek genellikle yere bakarak yürüyen ben için oldukça zordu. Ama seninle aynı sokaktan geçip seni gözden kaçırmayı istemiyordum. O kadar inançlıydım ki bir sokakla bir sokağın birleştiği yerde karşı karşıya geleceğimize… Aksine kim ne derse desin inanmazdım.

Moda İlkokulu’nun karşısındayım. Susadım. Sana su aldığımız o markete giriyorum. Bu sefer yalnızım ve raflarda en sevdiğin çikolata, şu kırmızı paketli olan, gözlerimin içine bakıp seni soruyor. Aldırmıyorum ona. Suyun ücretini ödeyip çıkıyorum marketten. Marketin dışında duran sepetlerdeki mandalinalar gözüme çarpıyor bu kez de. Mandalinanın seni neden hatırlattığını kimse bilmeyecek. Bir mandalinanın bana verdiği hüznü kimse anlamayacak. Anlamanın dünyadaki en ağır yüklerden biri olduğunu hayat her gün yeniden öğretecek bana, sanki bilmiyormuşum gibi.

Banka doğru yürümeye devam ediyorum. Bir kafenin önünden geçerken 4 kişilik bir grubun Abbas Kiarostami hakkında konuştuklarını duyuyorum. Büyük bir heyecanla kafamı çevirip onlara bakıyorum, içlerinde sen de varsındır diye. Ama nafile. “Ne bakıyorsun be!” der gibi bakışlara maruz kalıyorum üstelik. Kadıköy’de seni değil, seni hatırlatacak şeyleri buluyorum sadece. Buna hiç gocunmuyorum.

Sağa sapıyorum, hani öpüştüğümüzde kafanı binanın duvarına çarptığın sokak var ya, işte orası çıkıyor karşıma. Sanki seninle göz göze geliyorum. Kalbim hızla atmaya başlıyor. Seninle öpüşmenin adını dudaklarımızın sarılması koymuştum. Kalbim hızla atmaya devam ediyor. Bir an evvel bu sokaktan çıkmak istiyorum.

Yaklaşık 10 dakika sonra o banka varıyorum. Şansıma boş, oturuyorum. Artık bir banka oturup denize bakmanın da seni hatırlatacağını, hele ki görüş alanımda adalar varsa seni bağıracağını biliyorum. Hiç dert etmiyorum bunları. Bir şeylerin seni hatırlatıyor olmasına, yani yaşadıklarımın ardımda bıraktığım izler olmasına seviniyorum. Yaşam gelip geçiyor, bari yaşadıklarımız silinmesin diyorum. Sonra yanımdaki ağaçtan olacak sanıyorum, üstüme bir böcek düşüyor. Elime alıp yere bırakıyorum onu. Aklıma odandaki böcekler geliyor. Hâlâ uyutmuyorlar mı seni? Tam o an annem arıyor.

“Osman’um neresun? Bir şey demeden çıktın. Merak ettim.”

“Kadıköy’deyim annem.”

“İyi bakalım gez. Mertcan’la mısın?”

“Yok tekim. Bir arkadaşa bakıp çıkacağım.”

Artık eve döneyim diyorum kendi kendime. Bankta oturup seni beklemenin önümdeki manzarayı eskittiğini fark ediyorum. Kalkıyorum. 20 dakika yürüyorum tramvay yolundan. Seninle bu tramvaydan hiç inmeden, saatlerce yolculuk etmeyi hayal edişim de eşlik ediyor bana.

Rıhtım’dayım artık. Otobüse doğru yöneliyorum ama Karaköy vapuru gözüme çarpıyor. Vapurları sevdiğin geliyor aklıma. Vapurda bana yedirdiğin o kurabiyeler… Saate bakıyorum. Vaktim var. Bir de vapura biniyorum.

Osman Alp Denizler
Latest posts by Osman Alp Denizler (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close