Bir gün uyanmışım, açmışım gözlerimi diğer her gün olduğu gibi ama diğer bütün günlerden farklı. Hangi gün, anımsayamıyorum. Aklımdan neler geçmişti, önceki gece rüyamda ne görmüştüm, yatağa girmeden önce su içmiş miydim yoksa bu yaşamaya susamışlık, içmek için yerimden kalkmadığımdan mıydı? Bu düşüncenin miladını hiçbir zaman bulamadım ama ona zemin hazırlayan kendi koşullarımın ve bahanelerimin farkındaydım. Ya da bütün bunları bir kenara atalım, olur mu? Uzun uzun düşünecek sabrım yok. Bir gün uyanmışım, diğer her gün olduğu gibi değil ve diğer bütün günlerden farklı. Belki de o sabah hayatım kökten değişecekmiş, habersizmişim bundan. Adeta yeniden doğmuşum, yepyeni bir insan olmuşum. İşte böyle, sindirmesi daha kolay, büyük, uzun boylu laflar edeyim alıştığımız gibi. Aramızda kalsın, hiç de öyle aydınlanmadım. Bütün anlatmak istediğim şu ki, konfor alanımda, huzur ve güven içinde iki kuvvetli kolun arasında uzanıp derin derin uyuyor gibi nefes alıyordum. Yaşadığım bazı zamanlar da oluyordu ama ne yazık ki bunlar da kişisel denetim mekanizmamdan geçen anlardı yalnızca. Asla tam bir özgürlük hâli değildi. Biliyorum, tam bir özgürlüğe kavuşmanın olanağı yok çünkü bazı sınırlar hep var olacaklar ve olmaları gerekiyor ama… Uzun süredir hayatta olma hissinden uzaktaydım. Var olduğumu duyumsayamıyordum. Beni güvende tuttuğunu düşündüğüm o kollar aslında fazlasıyla sıkıydı; böylece yerimden kalkmam gerektiğinde, “Tamam, git.” diye sözde azat ediyordu beni ama kangren olmuş bir insan nasıl yürüyüp uzaklaşabilir? Ellerimi hareket ettirmekle seviniyordum ama gövdem ve geri kalanı yerinde duruyordu.
Ve işte bir zaman geldi, o zaman birden geldi. Şu virüs günlerinde pencereden bakabilmekle yetinmek, kapının önüne kedi maması koymak için çıktığımda biraz daha durup gökyüzüne, aslında sokağı iyice daraltan ve klostrofobik olduklarını düşündüğüm o soluk kahve binalara göz gezdirmek, apartmana yüreği buruk girmek gibi daha sayamayacağım çokça şey salladı o konfor alanında, üstünde dizlerimi karnıma çekmiş oturduğum yatağı. Sonra kavramaya başladım, sanki en baştan tadına bakıyordum suyun, ekmeğin, meyvenin. Belli ki yıllardır hayalini kurup da kesin gözüyle baktığım düşüncelerden, planlardan aniden taşınma zamanım gelmişti. Saçlarıma bir çift perçem verdim başlangıçta. “Kim görüyor ki? Ne önemi var?” demeye kalmadan. “Sonra, daha iyi bir zamanda…” diyerek katlayıp etiketiyle beraber dolabın en arkasına kaldırdığım eteği çıkardım yerinden. Eteğin yanında duran o siyah şapkayı da aldım, geçirdim başıma, sahilde yürüdüm, ona tuzlu hava değdirdim. Belki kuma bile düşürecektim, umrumda olmayacaktı. Anladım ki, “daha iyi bir zaman” diye bir şey aslında yokmuş. Gelecekte, daha iyi bir zaman aslında henüz var olmamış ve var olacağı kesin değilmiş. Gelecekte kavuşmak istediğim günlere odaklanmışken içinde olduğum şu anı hep geçiştirmekle, önemsizleştirmekle çalı kuruluğunda aylar koymuşum heybeme. Farkına vardım ki dikkatle bakmamışım kafamı kaldırıp yukarıya. Denizi denizden başka şey düşünmeyerek seyretmemişim, bir bardak çayı özensiz içmişim o çayın içtiğim son çay olabilme ihtimalini düşünmeden. Bir tane simit yerken tadı hoşuma gitmiş ama “gelecekteki, her şeyin istediğim gibi bir muntazamlık ve şartlarda olduğu o sabahta, o simidi süsleyerek edilecek kahvaltıları” hayal etmişim. Avunulacak bir şey yokken avutmuşum kendimi. Öyle kabullenici, öyle kaderci, öyle ölmek gerçekliğinden uzak ve öyle tatsız. Bütün bunları paslı, kalın, soğuk bir demir çubuktan öğrenmişim; o ki bizi iki omzumuzdan da sırayla sarsar, üşütür, düşündürür: Yaşamak nefes almak değil. Yaşamak el etek çekmek değil. Yaşamak karışmamak değil. Yaşamak geride durmak değil. Yaşamak bile artık o yaşamak değil. Halbuki özgürlük kendi özünde, bir odada daha ne kadar yalnız yaşayabilirsin? Daha ne kadar ittirebilirsin sana uzanmış ve uzanabilecek elleri böyle hırpani saklanmalarla? Yüreğindeki ateşi nereye koysan tutuşuyor, hâlâ “Ben ürkek biriyim.” diyebilir misin? Hem sonra öğrenmişim: Bir yüreğin içinde bir ateş, mutlaka başka bir insan için yanmaz. Sevginin, şefkatin kıvılcımları bir ağaca, bir kedinin burnuna, bir kadının bilgece konuştuğuna, bir erkeğin öylece ama safı belli bir duruşla durduğuna, yaşamaya taze başlamışların kaygı zannettiği heyecana, bir çocuğun oyun parkı özlemine, bir çiçeğin yaprağına, gölden bir damla suya, bir tarihe, hatta karaborsaya bile düşebilirken, eğer kimseye aşık değilsen yine de “Yüreğim boş.” demeye devam edebilir misin? Mahlukata, mahlukat sayılmayana, duyguya, duyulmayana duyduğun aşk yine senin özünde. Artık tasarruf edebilir misin bunun giderlerinden? Göğsüne sığmıyor dünya. Sığdırmak için çırpınıp debeleniyorsun; sığmayacak biliyorsun ve bütün olup bitenleri öğrenmeye açsın insanlar evlerine çekilince şehre inmiş vahşi hayvanlar gibi. Dünyanın bütün şarkılarını dinlemek, yazılmış bütün kitapları okumak, çekilmiş bütün filmleri izlemek, herkese dokunmak, herkese sarılmak ve bütün gün doğumlarıyla günbatımlarını izlemek arzusundasın. “Dur! Ben ne istiyorum? Nereye gidiyorum? Kimim ben?” diye seslendiğinde duvardaki saat göz ucuyla alay eder gibi bakıyor sana yelkovanından. Sen seslenirken pili bitseydi, bunu bir işaret olarak algılayacaktın. Değil. Görüyorsun ya, yıllardır aynı yerde asılı saatin bile bunca yarenliğinizin hatrına durmuyor senin için. Başkalarının zamanlarından bekleme bunu, hele evrenin kendi etrafında dönüşlerinden, hiç.
Hepsini düşündüm aklım yettiğince. Sonra anladım, baktım ki kaçacak yerim kalmamış. Bebek adımlarıyla da olsa başladım ağır ağır. Anneme koştum önce, sonra yine farkına vardım ki anneme değil, kendime gitmeliymişim. Acemiler böyle hatalar yapar, dedim, mükemmeliyeti atmışım bir köşeye. Belki de ilk defa kendimi anlayışla karşıladım ve acıdım ona. Öyle acıdım ki ona, fotoğraflarda kendime bakarken. Kendimin yüzü gülen onlarcasına baktım; gözleri nasıl gençlik dolu, nasıl neşeli, nasıl iyi niyetli alabildiğine. Öylesine duvarlar koymuşum, öylesine keskin sınırlar çizmişim, öyle kurallar koymuşum, öyle engeller çıkarıp eziyet etmişim ki ona. Öyle yaralamışım ve öyle zora sokmuşum, öyle üzmüşüm, öyle bezdirmişim, hapsetmişim, ağlatmışım, sekiz kilometre yürütmüşüm, yedirmemişim onu. Bana bu kötülüğü hayatımda başka hiç kimsenin yapmadığını anladım, yüzleşmek sancılı geçti. Fotoğraflardaki asıl ben ve diktatörü olan ben karşı karşıya geldi. Fotoğraflardaki hep razı olmuş, her şeye rağmen boyun bükmüş. Farkında değilmiş sömürüldüğünün. Diktatör, diktatör olduğunu anladı ki ikisi de aynı ideolojide buluşsun, kucaklaşsın, barışsın ve sonra tek bir kişiye dönüşsün diye, hoş bir demokraside. Yaşamak, diyorduk. “Yaşayacağım,” diye bir karar aldım böylece. Anlamak için hayatta olduğumu. Var bulunduğumu; bugünün sabah kahvaltılarında, bugünün arkadaş toplantılarında, bugünün odasında, bugünün yağmurunda, bugünün mücadelesinde, bugünün zamanında. Yarın? Yarından malumatım yok, zaten hanginizin var?
- Bugünün Zamanında Omuzlara Dürtü - 10 Mayıs 2020