Çamaşırlar ellerine yapışıyor. Brother’ın başlığını sürmekten ağrıyan avuçları, soğuğa iyice dayanıksızlaştı. Kız, içerde beşiğinde. Dönüp dönüp camdan kontrol ediyor. Altındaki sıcacık kum kızı rahatlatmış. Mezarlıktan bir esinti geliyor, sulu karla karışık. Hüseyin’le Fadime beliriyor sokağın ucunda. Ceketleri başlarında, balkona koşuyorlar. Balkon yerin bir karış üstünde. Bir asılma, bir atlama hop balkondalar. Kız duyuyor sesleri; kımıldanıyor, hevesle gülücükleniyor. Elleri, ayakları boyuna çalışıyor. Sevinçli.
Hayaller buluyor seslerin içinde. Belki yüzler, renkler… Kendisini bilmiyor. Gelen geçen olmasa, kendisi kimdir, hangi kafa kimindir bilmiyor. Ama sesleri verseler önce, hepsinin yüzlerini buluyor. Bu Hüseyin’in sesi, bu Fadime’nin sesi diyemese de biliyor. Ama o var bir de, sesi gelince kokusu da gelen. Sütünün kokusu. Memesinin güzelliği.
Hep birlikte balkondan içeriye koşturuyorlar. Yanaklar, burunlar kıpkırmızı. Hüseyin, agucuk gugucuk, diyerek kızın beşiğine yaklaşıyor. Fadime ortalıktan kayboluyor. Kız, amcasını görünce, kımıldanan eller ayaklar, iyice pedal oluyor. Kadın, önce sobaya yaklaşıyor, parmaklarını hissetmiyor. Sulu kar başlayınca henüz ıslak olan çamaşırları içeriye almak zorunda kaldı. Sobanın tepesine kızın bezlerini asıyor, geri kalanını sandalye, masa üzerine yayıyor. Tekrar sobaya yaklaşıyor. Elleri biraz ısınınca uzaktan kıza bakıp, Brother’ ın başına geçecek. Bir gürültü, horultudur alıp gidecek. Kadının adı Sakine, adıyla müsemma. Az konuşur, uzun cümleler kurmaz. Kalenderdir. Harekette ise coşkun, durak bilmez, akıcıdır. Elindeki siparişin bitmesine üç sıra kaldı. Gürül gürül çalışıyor makineyle. Yarım saat sonra Brother’da bir sonu daha düğümleyince, üstünü başını çırpıp kızın yanına gidiyor.
Kız, havada uçuşan tozları takip ediyor, altının ıslaklığını bilmiyor, huzursuzluk hissi var. O giriyor göz alanına. Kokusu ve memesi güzel, hiç gitmese…
Sakine, kızı kaldırıyor, altı ıslak. Kum soğumaya başlamış. Köyden kaynanası saçta kavura kavura kırıyor mikrobunu, çuvala doldurup gönderiyor şehre. Şifalı kum. Kadın, günde iki defa sobanın üzerinde ısıtıp beşiğin dibine dolduruyor. Üzerine bez seriyor kat kat, evdeki işlerini yaparken kızın altı ferah, sırtı sıcak kalıyor. Uyuyor, büyüyor. Günün ilk ıslak kumunu kaldırıyor, kızın altını bezleyip iyice giydiriyor. Kucaklamak için ellerini uzatınca, kız başlıyor yine, eller ayaklar sevinçle pedal!
“Hüseyin! Hüseyiiin!”
“Efendim yenge.”
“Biraz kucakla da, yemeği ısıtayım.”
“Ver yenge. Oy tontonum, oy fıstık, gel amcaya.”
Hüseyin, kanepeye uzanıp, kızı karnına oturtuyor. Bir takım oyunları var, önce “hanimiş”, sonra “zıplatmaca”, sonra “mini mini bir kuş söylemece.” Hepsi bitince başa dönüyor amca. Ama olmuyor, ağlıyor. Hoppala yapıyor, ağlıyor. Şarkı söylüyor, ağlıyor. Fadime’yi çağırıyor, hanimiş halası, gelsin de oynayalım. Gelip biraz ilgilenir gibi yapıp gidiyor. Kız ağlıyor boyuna.
“Yenge durmuyor bu.”
“Acıkmıştır, sizin yemek olsun sonra emziririm.”
Sesin gelmesi memenin geleceğini söylüyor, kız susuyor. Çok yakında olmalı, dayanmak ne zor. Hüseyin’e çığlık bir gülüş yapıyor, heyecanlı, gergin, umutlu ama sabırsız…
“Fadime, ekmeği al da gel.”
Yere sofrayı seriyor, Hüseyin’le Fadime’nin tabaklarına patates yemeği, pilav koyuyor. Köyden gelen yoğurt da var. Kızı alınca başlıyor gülücükler, agucuklar. Sonra herkes yemeğine kapanıyor. Sakine Brother’ı düşünüyor, bugün sesi iyi gelmedi, iki iğnede takılma var. Aklına düşüyor, Fadime Hanım kendisine etek örmek istemişmiş! Hazır ben pazara gitmişken, örüp bitirecekmişmiş! Gülay’ın kazağı yetişecek daha, te Allah’ım.
Evinde ketçap ve Almanya’dan getirilmiş örgü dergileri olan tek kişi Gülay. Örgü dergilerini kendisi göstermişti de ketçap Fadime yüzünden ortaya çıkmıştı. Gülay’ın oğlanlar Fadime’den küçük. Onlarla oynamaya evlerine gittiği bir gün, saklambaç oynayalım diye çocukları bine kadar saymaya ikna edip, buzdolabına girdi. Her şeye elledi. Bir tam muzu yedi, peyniri ısırıp kalanını yaladı, geri koydu. Ketçapı görünce meraktan kudurup bir hışımla sıktı. Üst baş kan. Hoşuna gitti. Bir güzel karnına buladı, elleriyle yüzüne yaydı. Çocukların saymaları bitip de karşılarında Fadime’yi görmeleri kıyamet oldu. Küçük oğlan hâlâ geceleri altını ıslatıyor. Ketçap değil, salça bile yemiyor. Gülay sağ olsun bana hiçbir şey demedi, Allah var tek laf etmedi. Fadime’nin de hakkından geldi. Ne demiş bilmiyorum ama bizimki bir daha kapılarına bile yanaşmadı. Gülay güzel kadındır, gezmeyi sever. Pazar çarşı dolanır, postanesinden kasabına, orloncudan oduncuya fır fır gezer. Mahallenin bütün kuaförleriyle arkadaş. Kahvesini her gün birinde içer.
“Ayağı uğurlu kadınım, bereketimle gelirim cicim.”
Gülay, Sakine’nin ayaklı vitrini. Etek örmenin kitabını yazdılar birlikte, dergilerden ve sağdan soldan gördüklerini birleştirip harıl harıl model işlediler. Kolları fermuarla ayrılan kazak-süveter icat ettiler. Kapüşonlu hırkalar yaptılar, tüvit ceket, örgü taytlar, çeyizlik hırkalar… Sakine’nin Brother’a yaptıramayacağı model yoktu.
Karınları doyunca, birbirlerine sataşmaya başlıyorlar. Saç çekmeler, kol cimciklemeler… Amca ve hala olan birer çocuk onlar. Kız, memeden dönüp dönüp onlara bakıyor. Seviniyor onları görünce. Fadime, gizli gizli kıza ciklet içinden çıkan resimleri biriktiriyor. Barbie. Hepsini tamamlarsa kutuda Barbie vereceklermiş. Kimse bilmiyor.
Her şey tastamam diyor kız. Memeden ağzını çekip O’nun yüzüne bakıyor. Dönüp diğerlerine gülümsüyor. Tekrar memeye tutunuyor, burnundan bir soluk kokusu giriyor. Gözleri kapanıyor, huzurlu. Kız, tekrar diğerlerine dönüyor, meme kapanıyor. O’nun yüzü orda, bu da bir şeydir.
Sakine, kızı Hüseyin’e verip Fadime’ye ders çalışmasını söylüyor. Görülmüş şey değil ama söylüyor işte. En azından boş kalmasın eli ayağı. Yedi katlı apartmanın zemin katında oturan bu insanlardan en çok tanınanı Fadime. Köyde, ilkokuldan sonra okul olmadığı için şehre yollandı abisiyle birlikte. Aslında Fadime, ailenin en küçüğü olduğu için ne isterse onu yapıyor. Hüseyin, bunun bir büyüğü. Boyu uzamadı, ufak duruyor ama on üç yaşında delikanlı. Fadime, on iki. Adet görmeye başladı geçen ay. Apartmandan çocukları kandırıp karşıdaki mezarlığa götürmüş. “Cin ateşi” demiş, ölüler üşümesin diye cinler ateş yakar. Bunu da bir tek iyi çocuklar görebilir, ben görüyorum. Gelin bakalım siz görecek misiniz, demiş. Çocuklardan bir tanesi kekeme kaldı. Adet olana kadar bu işlerle meşguldü küçük hala. En son attığı golü Brother’a oldu. İki iğnesini eğdi, etek örecekmişmiş. Son bir aydır sessiz, kuytularda köşelerde geziniyor. Kızın bezleri, kendi bezleri, şimdi bir de Fadime’nin bezleri çıktı. Güldü kendi haline, “Bir yaşlımız eksik altına edecek, o da olursa bez işinde tam oluruz.” tövbe tövbe.
Eşini görür görmez âşık olmuştu Sakine. Örgü dükkanına kazak satın almaya gelir gibi geldi Veli. Yanında Fadime’yle. Kadın, adamı beğenmişti beğenmesine ama yanındaki kızı mı kardeşi mi bilemediğinden, pek güler yüz gösteremedi. Adam, parlak simsiyah saçlı, gür bıyıklı, geniş omuzlu ama yeşil parkalıydı. Ayda birkaç kere, eylemdi, çatışmaydı derken bütün esnaf kepenk kapatır, bazen cam çerçeve iner, korkudan günlerce dükkanlarını açamazlardı. Veli’nin bıyıkları, gözleri çok güzeldi. Parkası da çok yakışmıştı. Aynı o yeşilden boğazlı bir kazakla hayal etti adamı. Daldı. Sakine’nin yanına gelip, bu makineyle kardeşime de kazak örebilir misiniz, dediğinde kadın hayalden uyandı ve “Hı hı,” diyebildi ancak. Kardeşiymiş kızı değil. Nasıl bir kazak ister, diye Fadime’ye sordu sormasına ama yanıt alamadı. Abisinin neden orada olduğunu, kendisini de bir bahane olarak götürdüğünü bildiği için, istenilen hiçbir şeyi yapmıyor, sorulara yanıt vermiyordu. Köyden çıkmadan önce, ablaları her şeyi kafasında tutmasını, dönünce bir bir anlatmasını tembihlemişlerdi. Fadime, kadının önündeki makineyi inceledi en çok. Bir de kadının uzun, dalgalı saçlarını.
Veli’nin geri döneceğini söylemişti arkadaşları. Hâlâ dönmedi. Sakine, tüm bu zaman boyunca arkadaşı Gülay sayesinde haberleşti kocasıyla, kazak bile gönderdi, hayal ettiği yeşil kazağı. Kusursuzca örmüş Gülay’a vermişti. “Postanenin yanındaki kahveye,” demişti, “Oradan onlar alır,” demişti. Gülay, kahvedekilerin bazılarını tanıyordu. Birkaç “bey amca”, birkaç “höst ulan” ve niceleri. Saat akşam oluyordu, Gülay hâlâ dönmemişti. Sabah erkenden çıkıp teslimat yapacağı iki kuaför, bir de sahaf vardı. Sakine, “Orlonları yetiştirseydi bari,” dedi içinden. Orlonları. Söküldükçe ilmek ilmek mektup olan, Sakine’yi kocasına bağlayan ipleri. İç çekiyor, derin bir yerlere doğru.
Kız, ayağındaki patiği başparmağından yakalamış sıkı sıkı tutarak Hüseyin’in kucağından annesine bakıyor. Sakine. Anne. Hiçbir şey yok dünyasında O’ndan başka. O’nun da öyle midir, diye soracağı zamanlar gelecek.
Brother için yeni modeller çıkarıp kızla birlikte kanepeye geçiyor.
Kapı çalınca sıçrayarak uyanıyor kadın. Kız kucağında, ikisi de uyuyakalmış kanepede. Beşiğe bırakıyor kızı, dış kapıya yaklaşıp duralıyor. Tekrar çalınıyor kapı, daha sert.
“Benim Gülay, açsanıza kapıyı.”
Sakine donup kalıyor kapıyı açınca. Kocası sarılıyor beline, Gülay kıkırdıyor. Sakine ev, diyor, soğumuş. Kocasının sıcaklığıyla kendine geliyor.
“Veli.”
İçeriye geçip kızın beşiğine gidiyor, görmeyeli üç ay oldu. Şehrin bir yerlerinden, ötesinden, dağından, çukurundan içlere dönmeyeli üç ay oldu. Sigara kokulu soğuk ağzı ve diken sakallarıyla kızı öpüyor, kokluyor.
Koku. Yüzünde, gözünde koku, sızlamalar… Kız ağlamaklı uyanıyor.
Veli, kızın kokusunu soluyor. Bir eli karısının elinde. Gülay, Brother’ın sandalyesine oturmuş, ailenin sıcaklığını içine çekiyor. Fadime, kısık gözlerini ovuşturarak geliyor.
“Abi.”
Gülay, sessiz adımlarla evine dönüyor.
“Ayağım uğurludur cicim.”
Hüseyin, derin, horultulu uykusunda.
Sımsıkı sarılmalara, koklaşmalara ve “Ben de seni,” demelere doyulamadan kapı çalıyor. Tekme, yumruk, kapı ve Veli.
Kızın etrafında çok yüksek sesler var. Aniden patlıyor, bir orada, bir burada. O’nun sıcaklığı çok sıkı, sımsıkı. Yüzü bir kapanıyor bir açılıyor. Dünyaya geldiği, dünyadan gideceği güne kadar var olacak o duygu sızıyor kanına. Açken sızandan çok daha yoğun, çok daha acımasız. Her yerini acıtmışlar gibi.
Gülay’la yol boyunca çok dikkatli gelmişlerdi oysaki. Veli’ye takım elbise, palto giydirip, atkı ve şapkayla nizam kılmışlardı. El ele tutuşup, çarşı gezmesinden eve dönen iki sevgiliydiler yol boyunca. Çok dikkatli oynamışlardı oyunu. Gülay sesleri duyunca, gerisin geri alt kata koşuyor.
Sakine, Veli ve Fadime’yi götürüyorlar. Gülay ellerine, kollarına yapışıyor polislerin. Uzanıyor kollarından uzun bir yere doğru.
“Sakine, Sakine!”
Kız ağlamaktan katılıyor. Kırmızı bir yuvarlak oluyor yüzü.
“Kızım!”
Hüseyin odasından çıkmaya çok korkuyor. Ilık ılık altına işedi. Hızlı nefesler alıyor. Yanakları kan kesiliyor.
Gülay’ın parmaklarından ipler uzanıp, iki yamuk iğneyi aşıyor. Bir ilmek atıyor Sakine’nin boynuna. Çekiyor kendine doğru. Düğümün ortasında kız, morarmış. Sakine kollarını gevşetip kızı Gülay’a bırakıyor. Göz göze iki kadın, iki yamuk iğnenin ortasında bile buldular birbirlerini.
“Sakine!”
“Gülay!”
Biliyor, biraz daha zorlarsa, onu da kızı da alacaklar. İki kadın da biliyor. Veli’nin sesi arabanın hapsine rağmen dışarı taşıyor. Fadime’nin gırtlağı yırtılırcasına ağlaması da. Sakine’yi de götürüyorlar. Gülay, kucağında kızla koşup balkona çıkıyor. Uzunları, balkona doğru yanan aracın içinde Veli, sağında Sakine, solunda Fadime. Bir saniyeliğine kar duruyor, her şey apaçık görünüyor şimdi. Sonra herkes işine dönüyor. Ayaklar gitmek için, gözler unutmamak için, dağlar yankılanmak için mevzileniyor.
Gülay kapıyı sıkıca kapatıp Brother’ın başına geçiyor. Bir koluyla kızı sarıyor. Sakine’nin çıkardığı model kartını yerleştirip, bekleme konumunda olan iğneleri hazır konuma alıyor. Başlığı tutup sürüyor. Harıl harıl.