Başlığı en son eklenen bu yazının ironik bir şekilde ilk cümlesi de en son yazıldı. Çünkü yazarın günün erken saatlerinde kelimelerin şenliğine kapılıp kendini bulma arzusu yine bir lâkırdı olarak kaldı. Kelimeler çokta şenlikli olmasa da yine yan yana geldi cümle olup dizildier sıra sıra. Lakin arzular şelale olup akamayınca başlangıca bir son değil, sona bir başlangıç yazmak gerekti. Meraklı okur için yazı işte burada başlıyor… 

Öyle inanıyorum ki “günün erken saatleri” ile “ruhsal ve zihinsel dinginlik” arasında mutlak bir ilişki var. Beni buna inandıran şey sabahın 6’sında 15 metrekarelik kütüphanemde sırtımı kitaplara yaslayıp parmaklarımın klavyeye her vuruşundan gelen çat çut seslerinin hissettirdiği yalın gerçeklik. Sanki zaman bir tek bu saatlerde hızla akıp geçmiyor. Sanki bu saatlerde kurulan cümleler daha anlamlı. Dilimize pelesenk olan “Anı yaşamak” sanki bu saatlerde anlam kazanıyor. Gün içinden görev tanımlarımıza göre bölünmüş saatlerin içinden akıp geçişimiz, gündelik dertlerle aklımızı bulandırma alışkanlığımız ve başka insanların söylediklerine göre varoluşumuzu tanımlama hastalığımız sanki bu saatlerde etkisini yitiriyor. Hâlbuki yolculuk ise hayat; zaman öyle usulca eşlik edilesi bir yol arkadaşı. Ondan sebep zamanın bu dilimi, tam orada olma duygusunu hissettiğim, kimsesiz, sadece yaşamdan ibaret olan bir mefhum benim için. Gün içinde kendi yalanımıza kendimizi kaptırdığımız tonla şeyle savaşmıyor muyuz zaten. Başta insanlar sonra onların yargıları, değerleri, erdemleri ve erdemsizlikleri, para, güç, başarı hırsı; sonra kendi canavarlarımız sevgi yoksunluğumuz, beğenilme kaygısı, onaylanma ihtiyacımız… İşte sabahın erken saatlerinde kelimelerle buluşmak kendimi bu sınırlardan uzağa attığım gerçeküstü bir kavuşma ânı adeta… Belki de arenaya çıkacak bir gladyatör gibi kendi yalanımı yaşamaya kendimi hazırlıyorumdur kim bilir…

Genetik kodlarımız gibi işlenmiş geleneklerden, üyesi olmaya mecbur bırakıldığım toplumdan, hiç tanımadığım insanlardan, tanıdıklarımdan hatta en yakınlarım ailemden, arkadaşlarımdan, bugünün dünyasına ait her şeyden uzaklaşabildiğim bu saatlerde kendimle ve hayatla ilgili gerçeği anlamaya daha çok yaklaşıyorum. Yaklaşmaya başladıkça ise tüm benliğimle haykırıyorum; “Kimim ben?”

Böyle başlıyordu değil mi Andre Breton’un Nadja’sı. Aşka teslim olmuş bir arayış onunkisi de. Breton aradığı özgür varlığa aşık olmasıyla sanki kendi üstüne örtülmüş örtüyü de çıkarıp atar bu kitabında. Eminim sizlerin de vardır örtüleri. Sahi kimler örttü o örtüleri üzerimize? Belki de kendimiz… Hepimiz daha çocukken öğrenmiyor muyuz ki bir şeylerin üstünü kapamayı. En başta hatalarımızın. Övgüyle bahsedilen, komşunun çocuğuna göre daha “zeki” daha “çalışkan” daha “uslu” olma karşılığında tüm yaratıcılığımızı, gerçekliğimizi teslim etmiyor muyuz başkalarının ellerine. Oysaki hatalarımızda bizim gerçeğimiz. Onlar da kendi olmamızın bir parçası. Çocuk ben karşıma geçse vazgeçme çocukluğundan daha çok hata yap, daha çok hayal et; yaratıcılığını başkalarının hayallerine hizmet etmesi için güvence olarak verme derdim ona. Zaten büyüklerin dünyası çelişkilerle doludur, şimdi senin tek başına oyun oynamadan gurur duyarlar ama yarın büyüdüğünde tek başına seyahat etmenden rahatsız olurlar diye de eklerdim.  

Kendimi aramaya buradan mı başlamalıyım? Hatalarımla yüzleşerek; tabi cesaretim varsa. İtiraf etmeliyim asırlardır insanın insana tutsak yaşadığı bu dünyada düşmanca davrandım kendime zaman zaman. Dünyayı ancak kendi pencerelerinin küçüklüğü kadar anlayabilecek insanlara, okyanuslarımı açtım. Hayallerimi oyun hamuru gibi kendi kalıplarına soksunlar diye önlerine döktüm. Oysa hayaller ancak hayal edenin gerçeküstü dünyasına erişildiğinde doğru anlaşılıp hissedilebilir değil midir? Kendi isteklerimi ve mutluluğumu bir kenara bırakıp; daha öncede söylediğim gibi başka insanların söylediklerine göre varoluşumu tanımlama hastalığına kapıldım. Hayatım üzerimdeki tüm gücümü gönüllü olarak devrederken, asıl kahramanın ben olduğum gerçeğini hiçe saydım. Zannederim bu konuda yalnız değilimdir.  Ne kadar zor insanın kendini sevdiği kadar özgür olduğunu keşfetmesi. 

Ne sonsuz bir kelime değil mi özgürlük! Kişisel tüm gerçekliğimizi eriten dört bir yanımızı örümcek ağı gibi saran toplumsal gerçekler varken özgür olduğumuzu zannediyoruz. İnsanların hayatı üzerindeki bütün yetkileri elinde toplayan herkesin aynılaştığı, herkesin aynı düşündüğü, herkesin aynı yöne yürüdüğü bazı toplumsal ilişkilerde özgürlükten bahsetmek nasıl mümkün olabilir. Başkalarının senin nasıl yaşaman gerektiği ile ilgili kuralları önceden koyduğu, uslu bir çocuk gibi onların eylem ve görüşlerine uyum sağlamanın beklendiği ilişkilerde nasıl yemek yiyeceğini seçme özgürlüğün dahi yoktur. Böyle insanlar bir süre sonra kendilerine o kadar yabancılaşır ki; zannederim gerçek kendileri ile ancak rüyalarda buluşurlar. Değişin diye haykırmak istiyorum bu insanlara lütfen değişin; değişim yaşamdır! Bakın kış sonrası ilkbahar geldi çiçekler açıyor yeniden…

Sabahın erken saati teslim olmalarında görüyorum ki konuyu çok dağıttım. Bu zaman diliminde kendimi anlamaya daha çok yaklaşıyorum dedim ama kendimi anlatmaya daha çok uzağım galiba. Tam da bu anda gözümün önünde birkaç satır beliriyor Louis Aragon’un Elsa’nın Gözleri isimli kitabından:

“Kim söyleyebilir ki nerede başlar bellek

Kim söyleyebilir ki nerede biter ‘şu an’

Geçmişle içli türkü nerede olur tek gerçek

Mutsuzluk nerede farksız olur solmuş kağıttan”

Madem bu yazıda kendimle baş başayım birkaç söz söylemeye daha hakkım var sanıyorum. Kendi mutluluğun, arzuların, hayallerin uğruna savaşmak yerine, başkalarının zihninde yarattığı gerçeklerle savaşmak için hayat çok kısa. İnsan kusurlarıyla insandır ve başkalarının yargılarından, sorgulayan bakışlarından, sahte ilişkilerden sıyrıldığında hayat daha gerçek yaşanıyor…   

Bir şey daha var. Breton’un “Anahtarı aramak zorunda olmadığım kanatları ardına kadar açık kapılar gibi olan kitaplara ilgi duymakta ısrar ediyorum” cümlesinin peşini takılıyorum ve sesleniyorum kendime, sana, ona her kimsen bu yazıyı okuyan sen de çocukluğundan vazgeçmemekte ısrar etmeye et. Hayal et, hata yap…

“Kimsiniz siz” diye soran olursa

“Serseri ruhlunun biriyim” dersin en fazla…

Tuğçe Kozan
Latest posts by Tuğçe Kozan (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close