Bir. Biraz saf bir yüzü var sanki. İçilen bira sayısından daha gerideyse göz göze gelmelerimiz, kendimi olmayan şeylere inandırıyorumdur. “Çok düşünüyorsun,” diyor yanımda oturan genç adam. “Çok düşünüyor, bu yüzden de hiç hareket edemiyorsun.” “Evet,” diyorum. Düşünmekten çişe bile gidemiyorum bütün akşamdır. Birilerinden kaçmanın en kolay yolu onlara alaycı davranmaktır. Şüphesiz güleç bir yüzle söylenen alaycı bir sözün koruyuculuğuyla çok uzun yıllar yaşanabiliyor. Yine de genç adamın söylediği söz bende bir hayal kırıklığı yaratıyor. Zira bu sabah çok düşüncesiz olduğumu söylüyordu. İnsanlar birbirlerine hiç dikkat etmiyorlar. Denemeler yapıyorum. Bir ayı dörde bölüyorum ve her hafta onlar için başka biri olabiliyorum. Bir hafta çapkınım, bir hafta yalnız. Bir hafta benimle ne yapacaklarını bilemiyorlar, öbür hafta bensiz yapamıyorlar. Çoğu zaman insandan ziyade robotlarla yaşıyormuş gibi hissediyorum. Bir cevap vermek için konuşan, duyarlı görünmek gerektiği için kızan, aşık olması gerektiği için aşık olan hazır kıta makineler. Kalabalığın içinde birini görüp çarpmıyor kalpleri, onlar sokağa zaten birini görmek için çıkıyorlar.
İki. Bu defa öncekinden daha uzun baktı. Gözlerinde tedirgin ve masum görünmeye çalışan bir ifade var. Ne büyük palavra. Onunla ne yapacağımı bilemiyorum. Keşke bir fahişe olsaydı. Sırf sevişeceğiz diye rol kesmek istemiyorum. Onu yatağa taşımak gibi bir derdim de yok aslında. Onu zihnimde bir yere oturtamıyorum. Karşımda bir bar aynası var ve yansıyan yüzümde hiç de arzu yok. Kara sarı bir kibir ve mutsuzluk var sadece. Yanımdaki genç adamın solunda şarap içen ve büyük bir sanatçı olmak istediğini söyleyen biri oturuyor. Bir halt olamayacağını düşünsem de onu taktir ediyormuş davranıyorum. Çünkü elindeki zippoyu çalmak istiyorum. Bir aralık bardan çıkınca onu takip etmeyi ve kafasını patlatıp zipposunu almayı planlıyorum. Bir zippo için cinayet işlemek. Sırf âşık olmak istediği için âşık olanlar gibi…
Üç. Bu kez bakmadı. Süzdü beni. Bardan dolayı göğsüme kadar görebiliyor. Vesikalı yârim, diye düşünmüş müdür acaba? Karşısında bir kadının oturduğunu yeni fark ediyorum. Ben erkek sanmıştım. Genç arkadaşım shot üstüne shot söylüyor. İçtikçe ortamdan uzaklaşıyorum. Çalan şarkılar mutsuz olmamı engelliyor. Mutsuzluğumla arama giren her şeyden nefret ediyorum. Evime giren bir yabancı gibi karşılıyorum onu. Dördüncü biraya geldim. Dört üç öndeyiz. Pancu’nun gölünü anımsıyorum. Hayır, Pancu’nun kaleye geçişini anımsıyorum. Hafızam beni yanıltmaya başladıysa sarhoş olmuşumdur. Beşiktaş’ı hatırladıysam da çocukluğumu özlemeye başlamışımdır. Ne kadar kötü de olsa geçmişi tatlı bir sızıyla hatırlamaya karşı koyamıyoruz. Hele çocukluğu. Çocukluğumuzun berbat yönlerini yetişkin zihinlerimizle değerlendirebilsek de o zamanki saflığımızla algıladığımız güzel duyguları hiçbir diyalektik değerlendirme silemiyor. İlk kez aşık olduğumuzda hissettiğimiz ve sonraki tahribatın bile yok edemediği o rüzgâr gibi.
Dört. Artık birbirimize alışmış görünüyoruz. Böyle uzun uzun yıllarca bakışabiliriz. Genç arkadaşım da fark etmiş olacak ki beni dürtüyor. “Hadi bir şey yap,” diyor, “konuş onunla.” Arkada boşalan masalardan birine geçeriz, kimliğimizi belli etmeyecek kadar içeriz, gece uzun ve hepimiz üzgünüz, ama bir süreliğine de olsa huzura erebiliriz. Kaşlarımı çatıyorum. “Onu istemiyor musun?” diye soruyor. “Olur mu öyle şey,” diyorum. Onunla evlenebilirim bile. Hatta yarından itibaren Kuzguncuk’a gidip onunla yaşayacağımız eve bakmaya başlayacağım. Boşluğa düşer gibi bir kontrolsüzlük duyuyorum. Bu cümleleri yıllardır kullandığımı hatırlıyorum. Bir süredir fark ediyorum ki yaşadığım hiçbir şeyi ilk kez deneyimlemiyorum. Hiçbir yoldan ilk kez geçmiyorum. Ne ilk biramı içiyorum ne ilk kez âşık oluyorum ne de ilk kez anlamsızlıkla boğuşuyorum. Fakat tuhaf şekilde hâlâ daha aynı hataları yapıyorum. Yüzlerce tecrübenin karşısında tek bir hatayla direnebiliyorum.
Beş. Saçlarıyla oynuyor. Canım sıkılıyor. Binlerce yıldır saçlarıyla oynayan kadınları izliyor gibiyim. Kadınların hepsinin saçlarını sıfıra vursak flört edemezlerdi. Yanımdaki genç adamın solunda oturan büyük sanatçı mırıldanıyor. “Bırak sen onu da söyle bakalım Karamazov Kardeşler‘i okudun mu?” diye soruyorum. “Evet,” diyor. Yalan söylediğini biliyorum. Büyük sözler ediyor ama bütün bu afili lafları söylemeden önce yüzünden ona acımamızı istermiş gibi belli belirsiz bir tedirginlik geçiyor. Konuşurken ürkekçe birbirine yaklaşan fakat asla birleşmeyen göz kapaklarında, bütün zayıf yönlerini görüyorum. Üstüne gitmiyorum. Bir piyasa barına oturmuş şarap içen birinin üzerine gidilmez. Ona üzülüyorum. Genç dostuma da, saçlarıyla oynayan kıza da, barmene, hatta önümdeki biraya da. Onu bitirmek istemiyorum. Çünkü bittikten sonra diğerleriyle birlikte bira kasasına koyulacak. Ve soğuk bir depoda sessizce beklerken yalnızlığını benden bilecek. Kimse yalnızlığını benden bilmemeli. Bu yüzden de insanlarla ya da eşyalarla iletişimimi sınırlı tutmalıyım. Çünkü insan eninde sonunda yarattığı tahribatın altında ezilir.
Altı. İyice sarhoş oldum. Düşüncelerimin ve arzularımın sıradanlığı artık canımı sıkmıyor. Kaçıncı birada olduğumu hatırlayamıyorum. Zaman hep benim düşündüğümden daha hızlı geçiyor. Aklım bir noktaya sabitlenip kalıyor. Günler, geceler ve olaylar benim takılı kaldığım noktadan çok uzaklara varıyor. Herkesi çözdüğümü zannederken aslında sadece ilk gülümsemede kaldığımı anlıyorum. Dünyalar dönüyor ama benim ruhum bile duymuyor. Merhabalarımla vedalarımın arası koca bir boşluk ve bu boşluğun yerini alan paranoyalar. Şüphesiz hayat hakkında bildiğim hiçbir şey yok.
Yedi. Sıkılmaya başlamış gibi duruyor. Artık sadece bana bakmıyor. Gözlerindeki ışık barın öteki kısımlarına da yayılıyor. Çevremdeki bütün adamların onunla sevişmek istediklerini anlıyor ama erkeklerin arasındaki sessiz anlaşmaya uyarak susuyorum. Bir erkeğin karşılaştığı her kadınla yatmak istediğini ya da onu böyle bir değerlendirmeye aldığını biliyorum. Dahası onlar da biliyor. Birbirimizi anladığımız için mi, yoksa umursamadığımız için mi susuyoruz, bilemiyorum.
Sekiz. Beni izleyen yüzünde öfke görüyorum. Sert ve umursamaz, benimle aynı odada durmaya katlanamıyormuş gibi bir tavır gösteriyor. Bu da beni önemsediğini ve bir budala olduğunu gösterir. Tanımadığı birine karşı surat yaptığı için mi, yoksa birine onu umursamadığını göstermenin en açık yolunun onunla normal iletişime devam etmek olduğunu anlayamadığı için mi budala, bilemiyorum.
Dokuz. Bu defa ilk olarak genç dostumun yanında oturan büyük sanatçıya bakıyor. Çünkü büyük düşlerin insanı olan beyefendi barın üstünde sızmış yatıyor. Barmen kulağına bazı sözler fısıldıyor. Arkadaşımla birlikte sanatçıyı bardan kaldırıyorlar. Barmene masada duran zippoyu uzatıyorum. “Zippolar sahipleri için çok değerlidir, çocuğun cebine koyuver,” diyorum. Bu defa gözlerinden küçük bir memnuniyet geçiyor. Göz göze geliyoruz. Ukala bir tavırla ayakta kalışımı mütevazileştirmemi istiyor. Bunu yapmıyorum. Kalkıp montumu giyiyorum. Yanından geçerken durup ona dönüyorum. Sağ elimin parmaklarını ona uzatıyorum. Şaşkın şaşkın arkadaşına bakıyor. Acaba bu gece hiç bakışmadık mı, diye düşünüyorum. Fakat sonra nihayet o da parmaklarını uzatıyor. Soğuk, ince, ojeli parmakları parmaklarıma dokununca dönüp bardan çıkıyorum.
On. Trafik lambalarının çalışmayı umursamadığı vakitlerdeyim. Yalın sokak karanlığını izliyorum. Beni çağırıyor. Geceye bir iç geçiriyor ve rıhtıma doğru yürümeye başlıyorum.
Editör: Faruk Oruç
- Bir Bakışma Hikâyesi ve Üç Sarhoş - 17 Mart 2025