Yazar: 17:00 Röportaj

Aysun Öz Söyleşisi

Gazeteci Aysun Öz’ün ilk kitabı Ofistike Şeyler, Karakarga Yayınları etiketiyle yayımlandı. Çağımızın en geniş iş kolunu oluşturan beyaz yakalıların, ofis insanlarının hayatlarına içeriden bir gözle bakan kitap, günümüzün “plaza ilahlarının” esasında ne kadar saydam ve yok olmaya müsait “işlerle uğraştığını” pek çok yönden önümüze koyarak işin aslının ne olduğunu gayet çıplak bir biçimde anlatıyor. Kitabı ve ofis insanlarının vaziyetini yazar Aysun Öz’le konuştuk.  

Önce şunun adını net olarak koyalım isterim: Size göre beyaz yakalılar kendilerini -kitabınızda özellikle Büyük Türkçe Sözlük’ten alıntıladığınız ifadeyle- işçi olarak görüyor mu? Kendilerini çalışan kesim içinde tam olarak nerede konumlandırıyorlar?

Tam olarak nerede konumlandıracaklarını bilemiyorlar. Sorun da burada… Hiyerarşide üstlerde olduklarını hissediyorlar ama bu sadece bir his. Üst düzey yöneticiler sahiden üst sıralarda olsalar bile çoğu neredeyse köle gibi çalışıyor. Kronik gözden çıkarılma korkusu ve bir gün lüzumsuz, başarısız ve itibarsız olarak görülme endişesi zincirlerimiz haline gelmiş. Dünyanın en geniş çalışan kitlesini oluşturup hiçbir sınıf oluşturmuyorlar ve yasal olarak aslında tanımları yok. Mavi yakalılar bir zamanlar verdikleri sınıf mücadelesiyle bazı haklar kazandı, o haklar yıprandı belki ama izleri var. Yaptıkları işlerin çoğu hâlâ lüzumlu ve yapanların sayısı da azalıyor. Son yıllarda ofis çalışanlarının hatta beyaz yakalıların maaşları mavi yakalıların altında kalmaya bile başladı. Geçtiğimiz bir yılda mavi yakaya yapılan maaş iyileştirme oranı yaklaşık yüzde 90, beyaz yakaya ise yüzde 50 civarında. Bu nedenle, onlar kendilerini hâlâ beyaz yakalı olarak görmeye devam edebilirler ama nazikçe “inci bejinin tatlı bir tonu”na dönüştüklerini görüyorum. Salgın yılları da gösterdi ki eve gönderilenler onların içinden çıktı, mavi yakalılardan değil.

Kitabın başında bir “bilinç krizi”nden bahsediyorsunuz? Bunu biraz açabilir misiniz? Bu “kriz” beyaz yakalılar üzerinde nasıl vuku buluyor?

Kitap, araştırma ve pek çok kaynak önerdiğim gibi bu konularda film, dizi önerileri de var. Bilinç kriziyle ilgili Adam McKay’ın Don’t Look Up filmi çok kafa açıcı mesela. Daha yenilerden Netflix’teki Dünyayı Ardında Bırak filminde Julia Roberts’in canlandırdığı beyaz yakalı bir karakterin sözleri de öyle: “Her gün, bütün gün tek işim insanları yeterince iyi anlamak, bu sayede onlara yalan söyleyip istemedikleri şeyleri onlara satabilmek. İnsanları bu şekilde inceleyince, birbirlerine nasıl davrandıklarını görünce… Yaptıklarını görüyorsun. Hem de bunları hiç düşünmeden yapıyorlar. Farkında bile olmadan sürekli birbirimize kazık atıyoruz. Bu gezegendeki her canlıya kazık atıyoruz ve bunu normal görüyoruz. Ne de olsa kâğıt pipet kullanıp gezen tavuk yiyoruz ya… İşin kötü yanı, bence içten içe yalan bir hayat yaşadığımızı biliyoruz. Ne denli kötü olduğumuzu görmezden gelip buna devam etmemizi sağlayan kitlesel bir yanılsama bu.” Başarı, ilerleme gibi içini yanlış anlamlarla doldurup ne pahasına olursa olsun yakalamaya çalıştığımız amaçlarla yapılıyor tüm bunlar, ama unutulan en önemli gerçek insanın insana ve içinde yaşamasına uygun şartlarda bir doğaya muhtaç olduğu. Soyut, dijital, teknolojik, “ofistike” işlerimiz dışında doğaya, insana, çevremize dair somut, gerçek bilgilere, marifetlere sahip değiliz artık. Elle tutulur, hayati şeyler nasıl üretilir, kimler yapar, bozulursa nasıl tamir edilir farkında değil kentli, beyaz yakalı, ofistike insanlar… Bilinç krizi bu noktada başlıyor. Kitapta yazdığım gibi, tabiattan kopmak ya da kopmamak, mesele bu… İnsanın kendi tabiatından, beşeri özelliklerinden uzaklaşmasından söz ediyorum. Beşeri yatırımları, yani insana yapılan yatırımı daha çok kadınlar önemsiyor. Ama dünya hâlâ çok ataerkil. Ofis ortamları da kadın erkek tüm insanların beşeri yani insanla ilgili dikkatini dağıtıyor gibi. Kitapta detayları var. İlk kadın psikanalist Sabina Spielrein “Bugünün insanı bilinçle bilinçdışını bağdaştıramaz oldu” diyordu. Ona göre bugünün insanı kendini yalnız hisseder çünkü artık doğayla bağ kuramamaktadır. Onun zamanından beri bu bağ daha ne kadar kopmuştur düşünün! Kopan bu bağ nedeniyle duygusal enerjimizi, ruhumuzun bir parçasını kaybediyoruz. Sonra da onu olmayan yerlerde arıyoruz. Oysa mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum’da tarlada çalışırken gördüğü yaşlı bir adamda onu bulmuş, Beş Şehir kitabında yazmıştı: “Çalışırken o adamın kainatla kurduğu bağ, kainatın âhengiyle birleşmesini sağlıyordu.

Yukarıdaki soruyla bağlantılı devam edecek olursak; sanıyorum bahsettiğiniz durumun neticesi, yine sizin ifadenizle “yorumlayamama” sorununa neden oluyor. Bunun sonucunda da “haz”a indirgenmiş, maddi kişisel problemler bir nevi avuntu olarak karşımıza çıkıyor galiba. Doğru mu anlamışım?

Daha da fazlası… Bir yetişkinlik, olgunluk sorunu var. Kent hayatında her yanda, dünyada siyaset sahnesinde bile koca bebekler dolanıyor. Avuntular tek kaçış yolu gibi, ama kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Hiçbir gerçek sorun aslında hemen çözülemiyor. Dünyanın hali bu… “Normallik önyargısı”yla sanki her şey yolundaymış gibi davranıyor ve tehlikenin ciddiyetini küçümsüyoruz. Tabiatımızdan uzaklaşarak, avuntularla farkında olmadan hayatta kalma güdülerimizi bile köreltiyoruz. Bazı uzmanlar buna “akıl kilitlenmesi” adını veriyor. Doğru karar verme yeteneği de zayıflıyor. Böyle olunca, dünyaya yön vermesi beklenecek bu en büyük kitle ciddi ve somut sorunlarla karşılaşıldığında ciddiye alınmıyor.

Ofistike Şeyler’i Covid-19 döneminde yazmaya başlamışsınız ve “sonuç olarak ofis insanlarına taktım” diyorsunuz. Nerede attı sigorta da böyle geç kalınmış bir kitabı yazma fikri ortaya çıktı?

Salgından da önce başlamıştım çalışmaya, ancak tamamlanması uzun zaman aldı. Tamamlandı derken, çok eksiği var tabii ama işte ne kadar olduysa. Ayrıca geç kalınmış diyemem, çünkü yüzyıllardır çok önemli şeyler anlatmaya çalışan pek çok muazzam kitap yazıldı. Hakan Günday kısa süre önce Habertürk’teki “Ne Yapsak?” programımda çok iyi ifade etti: “Duvarlar, neler olduğuna dair cevap arayanlara haber veren kitaplarla dolu. Ne kadar okunuyorlar?” Mesela “yönetici özeti” diye bir şey niye var? Beyaz yakalıların ve yöneticilerin, baştan sona okumaları gereken pek çok şeyin, zamanları olmadığı için yönetici özetini okumaya alışması size garip gelmiyor mu? Dediğim gibi dünyanın en geniş çalışan kitlesini oluşturup bir sınıf oluşturmadıkları, yasal olarak net bir tanımı bulunmadığı halde en çok onlar sızlanıp çare aradıklarına göre neden pek kimse onlarla ilgilenmiyor? Bu kitapta anlatılanları konuşan hepimiz, bu kümeye az çok dahiliz. Dünyanın hali ortada, bu halin orta yerinde bulunanlar yanıtsız sorular sorup duruyor. Öyleyse ben de elbette “bizi” kafama takarım. Beyaz yakalılar ve ofis insanlarının büyük bölümü bu durumun bir ölçüde sebebi, ama tümüyle mağduru. İşte bunlar “ofistike” şeyler…

Kitapta bilimden sanatın tüm dallarına uzanan, sizin röportajlarınız dışında kalan çok fazla kaynak var. Çoğu zaman durup bu kaynaklara göz attım. Ki bu iyi bir şey. Okuru da yönlendiriyor. Zorlu bir hazırlık dönemi miydi?

Zor değil de uzun diyebilirim. Covid’ten çok önce başladım notlar almaya, üzerine okumaya. Yerli, yabancı pek çok ünlüyle konuşurken de fırsat buldukça kitapta alıntı yapabileceğim cevaplar almaya çalıştım. Fazla yoğun bir çalışma tempom olduğu için oturup toparlamak uzun sürdü. Bak ben de sızlanmaya başlıyorum hemen!

Çoğu kişi “Bizi yerden yere vurmuş” diyecek olsa da kendinizi bu kitleden azade tutmamanız, kitabın büyük kısmını eleştirel bir şekilde yazmış olmanıza rağmen içinde azımsanmayacak “güzellikler” de bulunduğu için Ofistike Şeyler’in tarafsız bir yerde olduğu fikrindeyim. Bunun yanında kitaptaki istatistiksel veriler de işlediğiniz konu hakkında fazlasıyla fikir edinmemizi sağlıyor, ancak kitabın bu konumda durmasında sizin içeriden bir gözle anlatmanızın payının büyük olduğunu düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme?

Ben de sizden biriyim evet.

Ofistike Şeyler sizi, beni, onları, kısaca “çağa hükmettiğini sanan” herkesi gıcık edecek bir kitap. Ve bir paradoksun içinde bizzat yer alırken, böyle bir kitap yazarken siz neler hissettiniz?

Yazarken, konuşurken olduğundan daha rahat oluyor insan, uzun uzun nasıl anlatabileceğini düşünüyor. Elbette pek çok eksiği vardır. Bu mesele bir kitaba sığmaz ama konuştuğum, okuduğum, gördüğüm, hissettiğim, düşündüğüm “ofistike şeyler” üzerine yazmak istedim. Yazmaya başladıktan sonra özellikle salgın döneminde yaşananlar beni doğruladı.

Sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim.

Editör: Buse Karabulut

Visited 32 times, 1 visit(s) today
Close