Yerlerde bira kutuları, kırık şişe, kusmuk ve yemek artıklarını eze eze, tuttuğu takımın rengine bürünen, büründüğü rengi omuz ata ata diğerlerine bulaştıran grubun içinden geçip annemle her defasında geldiğimiz meyhaneye daldım. Abimi neden buraya çağırdım bilmiyorum. Sanırım annemle biraz zaman geçirecekse, annem de onu görüp biraz laf edecekse en iyi yer burası olurdu. Bir şeylerle barışmak için önce aynı sofrayı paylaşmak gerekiyordu. Aramıza giren zamanın telafisini yapacak uzunlukta bir masaya oturduğumda, henüz batan güneşin soluğu turuncunu yitirmemiş, ateşini almamıştı.
“Çok sıcak, yandık valla!” dedi yan masadan biri. Baktım öylece.
Uzun zamandır göğsümde bir yangınla yaşadığımdan olsa gerek, hiç umursamadım. Zamanı durduran, zihnimi çelen, aklımı göğsüme çekiştiren, bir nefes aldırıp bin nefes verdiren bir yangı. Sanki hayatın sırrını göğsümde saklıyorum da bir çıksa, bir görünse, bir kurtulsa küresel ısınma son bulacak. İnsanlık kurtulacak. İnsanlığın işi zor ya, neyse. Buzullar seller saldım üstüne, denizler ormanlar yuttum da sönmedi. Kabullendim sonra. Barışmadım ama kabullendim. Tekrar aktı zaman kabullenmeye başlayınca. O zaman haber verdim abime.
“Çık gel, annem öldü!”
Ne kadar hazır olursan ol, ölüm dediğin hep bir anda oluyormuş. Geçen zamanın, düşlerin düşüncelerin, onca hazırlık ve tedbirin bir önemi yokmuş. Oluyormuş ve farklı bir dünyaya gözlerini açıyormuş insan. Hasta demek zoruma gitmişti belki de o yüzden haber vermemiş, öğrenir bir şekilde, ulaşır abim demiştim. Ulaşmadı. Çok zaman olmuştu ülkeden gideli. Yılda bir bayram arar, üstünkörü birkaç kelime ederdi. Bize çok bir şey söylememiş, bir gece eşyalarını bavula doldurup çıkmıştı. Bu fırsat kaçmaz anne, demişti. Baba öleli çok olmuştu. O engelleyemez. Annem engel olmamıştı. Kararını çoktan vermiş kayıpların peşine düşmezdi. Hiç olmamış gibi, hayatın tadını çıkarabildiği kadar çıkarıp eğlenmeye, başka dertlere kederlenip üzülmeye, benimle uğraşmaya, kısacası yuvarlanmaya devam ederdi. Ben de engel olmamıştım. Bir düzine yaşım vardı. Ödevlerimi akşamdan yapmıştım. Ertesi gün cumartesi, sabah erken kalkıp Pokemon izleyecektim.
“Isınırsa sinirli olur, seni de üzer, beni de,” dediği aklıma geldi annemin.
Tek doldurdum rakıyı. Isınmasına hiç fırsat tanımadım. Mekânın dışından taraftarların sesleri içeriye doluyor, maçın başlamasına az bir süre kaldığını söylüyordu. Duvarda asılı birkaç söz, birkaç eski İstanbul fotoğrafı, Atatürk, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, annemin Yeşilçam filmlerinden dolayı çok sevdiği Belkıs Özener, Neşet Ertaş ve Ruhi Su çizimleri dışarıdaki fırtınadan habersiz, kıpırtısız, soluk, sarı, bizi seyrediyorlardı. Teki çiftledim.
Menüden bir enginar, bir topik, bir haydari, bir de dalak dolması sipariş ettim. Dalak dolmasını annem severdi. O yüzden hep buraya geliyorduk. “Hakkını vererek yapan başka kalmadı,” diyordu. Babam öldüğünde kendine yoldaş ettiği, ahretliği Nuşig teyze yapar, onların evde ne zaman pişse bizim sofraya da düşerdi. O zamandan beri sevmiyordum. El sürmemek için sipariş ettim.
Evlerimiz iç içe sayılacak kadar yakındı. Bahçelerimiz ortaktı. Ne vakit sofra kurulsa davetliydik. Aynı yaştaydık ama abim saydığım Margos kapıyı çalar, daveti iletirdi. Aç olmasak bile o sofraya giderdik. Rakıyı ilk o sofrada içtim. Annemin kadehinden bir yudum. Birinci sınıfa başlayacağım zamanlardı sanırım. Taşındılar. Margos ile arkadaşlığımız hâlâ devam ediyor. İlk derbi maçını da birlikte izledik. Lise zamanı. Ondan sonraki tüm derbileri de. O Ordinaryüs hayranlığından dolayı Fenerbahçeli olmuştu. Ben annemden dolayı Galatasaraylı olmuştum. Teki üçledim.
Ne zaman derbi olsa mahalleye döner, beni bulur, maç izlemek için en ucuz yol olan Hayri’nin dükkânına dalardık. Yerimize oturduğumuzda maç henüz başlamamış olurdu. Yolda bitmeyen hoşbeş, hal hatır tamam edilir, evlilikler, doğumlar, ölümler, kalımlar konuşulur, ortamın loşunu kullanıp yanındakini tanımaya çalışan ama yüz göz olmak istemeyen her çeşitten insanın olduğu bu topluluğun bir parçası olurduk. Tüm boşluklar dip dibe sıralı sandalyeler ile örümcekleri kıskandıracak ölçüde ve hiçbir böceği geçirmeyecek sıklıkta örülmüş, dünyanın tüm ışıklarını içeriye, içerininkini de dışarıya yasaklayan cam filmleri çekilmiş ve atmosfer olsun diye dört yana koca koca hoparlörler dikilmiş ve içilecek sigaranın dumanını dağıtmak yerine üzerimize sıvayan pervaneler fırfırlanmış olurdu. Teki dörtledim.
Kimler yoktu ki burada; çekirdek çitleyen, sigarasını gizlice tüttüren -dumanı nasıl kaybediyordu hâlâ aklım almış değil- Kız Bülent, neyin nesi belli olmayan gelip geçiciler, oğlunu omzuna almış, dört duvarın baskısında, dört kolonun bağırtısında tribün heyecanı yaşatan bir baba, kulakları patlatmak için gırtlağını yırtan mahalle amigosu Arif, futbolu afyon gibi kullanan işsizler, mahallenin serserileri, serserileri torbalayan sabıkalı Koko Cengiz, ortama ucuza ayak uydurmuş ya da uydurmak için gelmiş muhtelif milletlerin evladı göçmenler, okul harçlığıyla iddaa oynamış umudu kendinden menkul öğrenciler, bu kaçak kumarı meslek edinmiş umut taciri Hayri, bu tacirciye tutunup varı yoğu yatıran hırpalanmış bir işçi, mesaiden gecikme, üniforması darma duman bir polis, polisin koluna girmiş bir şeyler anlatan bakkal Bilal ve daha bir sürü başka yüz. Hep bir ağızdan çekirdek çitliyor ve yere atıyoruz.
Bir avuç çekirdekle ilk yarı yenir. Arif amigoluk peşinde, seyirciye yüzünü dönmüş, eli havada yumruk, çılgınca bağırıyor. Sanırsın kürsüden oy devşiriyor. Koko en arkada, bıyık altından, uykulu, yarım bakışlarla müşterilere bakıyor. Maç umurunda değil. Birkaç bitirim ile ağız dalaşında. O bitirimlerin yanında, bitirimlerin finansörü olduğunu hepimizin bildiği ama görüntüyü kurtarma peşindeki Hacı İsmet’in oğlu, müezzin Sadık. Fiyatta anlaşamıyorlar herhalde. Arka sıramızda tanımadığım iki kişi konuşuyor.
“Kışlıkları çıkaralım, şifayı kapacağız yoksa.”
“Saklamadık ki çıkaralım. İki kazak bir mont, kapının arkasında asılı.”
“Mont neden bir?”
“Diğeri geçen yıl öldü.” Teki beşledim.
Işıklar tamamen kararır. Takımlar sahaya çıkar. Hop alkış kıyamet salon. Tribünde Arif her şeyi ile hazır. Ağızda düdük, şimdi iki eli havada yumruk. Çekirdekler çıt çıt yerlere. Ve ilk vuruş. Tüm gözler ekranda. Bilal polisin kolundan çıkmamış, işi düşmüş belli. Bilal aynı zamanda muhtar, muhtar aynı zamanda müteahhit. Çevredeki binaların çoğunu o yaptı. Günahı boynuna, taşınanların, yerinden yurdundan olanların çoğunun vebalini de aldı. O bu merdiven altına düşmezdi ya, demek ki polisle işi mühim. Herkesin eli çekirdekte, gözü ekranda. Atakların gol olma ihtimallerine göre gerilip gevşiyor, oturup kalkıyorlar. Herkes böyle burada, herkes kazanmanın peşinde. Tarifsiz bir arzu, sonsuz bir şehvet söz konusu karanlığın ortasında parlayan gözlerde. Stadyumda bu kadar heyecanlanmaz kimse. O tribünde dünya bir çift göz. Bu tribünde binbir göz. Sonsuz pozisyon tekrarı sayesinde ekrana bakıp defalarca heyecanlanıyor, coşup taşıyorlar. Hiç duymadığımız küfürler, hiç duymadığımız iltifatlara karışıyor. Bir Margos seviniyor, bir ben. Bir ben ah çekiyorum, bir Margos. Annem evde maçın sonucunu bekliyor. Beni Galatasaraylı etti ya, kazanınca övünüyor. Abimin gidişinden sonra gün geçtikçe artan, bu beni gönül etme huyu, bu üzerime sıra dağlar konduran mutlu etme çabası hiç kaybolmuyor.
Teki saymayı bıraktım. Artık hep tek.
Maç bitti. Bizimkiler seviniyor. Margos ile bu derbide buluşmadık. Ağlayarak izlerdim maçı muhtemelen, beni öyle görsün istemedim. Tadı kaçmasın. Eskisi gibi mahalleye gelmesine de gerek yok artık. Uzun süredir herkese yaptığımı yaptım. Şehir dışındayım diye mesaj attım. Bir sonraki derbide görüşeceğiz. Bir sonrakine ağlamam sanırım. Hoşbeşi, hal hatırı sık sık yapıyoruz telefonla. Annemin ölümünü, sevgilimin aldatmasını, KHK ile işten atılmamı, kendi marangoz atölyemi sonunda açmamı, işlerin çok zamanın az olduğunu, abimden hâlâ haber almadığımızı, yeni transferlerin takımı coşturacağını, Nuşig teyze gibi her yemeği bol soğanlı yaptığımı, Nuşig teyzenin ölümünü, babası Minas amcanın ölümünü, onun otelini, oteldeki işlerini, işçilerini, kardeşi Lara için aradıkları kemik iliğini, ilik için ödedikleri parayı, soğansız yemeğin yemek olmayacağını, sebepsiz rakının rakı olmayacağını, planlı duanın dua, plansız hesabın hesap olmayacağını, siyasetin ve siyasilerin beş para etmezliğini, insanları, hayatı ve daha binlerce şeyi konuştuk bu sayede. Teknoloji iletişimi çoğaltıp mesafeyi uzatıyor. Dostluklar devam ediyor ama herkesin minik minik yaralar aldığı, heves kıran bir ilişkiye dönüşüyor zamanla. Ölümden hallice, mesafeli dostluklar kalıyor elde. Pat diye başlıyor, çıt diye bitiyor. Bireyselleşme, özel alan filan diyorlar adına ya. Basbayağı yalnızlık işte büyüyen. Oysa insan dostunu, abisini, eşini yanında bulmalı, telefonda aramamalı. Orada olmalı o. Zaten orada olmalı. Bilmiyorum ne zaman, nasıl ama bunu kıracağım. “O zaman” orada olacağım hep.
Hazır lafı açılmışken abim gelmedi. Haber de etmedi. Üstünkörü konuşmuştu yine zaten. Garson geldi, kapatıyoruz! Hesabı ödedim. Eve döndüm. Annemin terlikleri kapıyı açtığımda bana bakıyordu. Ağladım. Terlikleri ayakkabılığa kaldırdım. Son konuşmalarımızdan biri kulağımda yankılandı durdu. Beni emanet edecek kimseyi bulamadığından değil a, sırf muzipliğinden. “İnsan önce Allah’a, sonra kendine emanet olur oğlum. İnsan insana emanet olmaz. Eşya mı bu! Aklı var, ayağı var. Ama ben seni bir de Galatasaray’a emanet ediyorum!” Bastım kahkahayı. Koridoru geçip yatak odasına girdim. Gelen giden evi toplamıştı ama yatak odasını kilitlemiş, kimseyi sokmamıştım. Yatakta bıraktığı çukurun yanına uzandım.
“Anne kız!” dedim. Yine Cimbom kazandı!”
Editör: Gülhan Tuba Çelik